Geçtiğimiz günlerde, yeni-eski siyasilerin bulunduğu bir dost ortamında, katılanlardan biri yeni öngörüsünü açıkladı:
“Şimdiden aklınızda olsun” dedi, “Selahattin Demirtaş’ı yakında serbest bırakacaklar; ilk seçimde yeniden cumhurbaşkanı adayı olması şartıyla…”
Yakın bir geçmişte, olayların nasıl gelişeceğine dair beklentilerin ötesinde belirttiği öngörülerinin nasıl doğru çıktığını birer birer saydıktan sonra paylaştığı için yeni senaryosu hazirundan hiç itiraz görmedi.
Ben de sessiz kaldım. Kaldım ama içimden geçen “Hiç sanmıyorum” düşüncesi yine de yüzüme vurmuş olmalı.
Oysa dostumun öngörüsü makulun ifadesiydi. Seçimler matematik hesabını gerektirir ve ‘yüzde 50+1’ zorunluluğu yüzünden artık her seçim bıçak sırtı geçiyor, bu yüzden de seçime ağırlık koymak isteyenlerin inceden inceye düşünüp davranması ve başarıyı getirecek tedbirler alması gerekiyor.
Doğru hesap dostumun öngörüsü istikametinde davranmaktır.
Peki ben neden o öngörüye dudak bükmüş olabilirim?
Kendimin, bana ait olan, öznel bir öngörüm var da ondan…
Ben, AK Parti iktidarının, nicedir olduğu gibi bundan sonra da, önüne çıkacak seçeneklerden doğru olanı değil yanlış olanı tercih edeceğine inanıyorum. Hemen her yeni gelişme de, hiç değilse benim baktığım pencereden, bu öngörümü destekler görünüyor.
İktidar, gördük, altı yıl önce meydana gelmiş olaylar sebebiyle, HDP’li belli başlı isimlerle ilgili gözaltına alma girişimi başlattı. 82 kişi hakkında. O kişiler arasında zaten hapiste bulunan Selahattin Demirtaş da var.
Dün oldu bu.
İbrahim Kiras, bugünkü Karar’da, HDP’ye karşı başlatılan yeni Kobani operasyonunun mantığını pek güzel anlatıyor. O mantık, iktidara, ilk cumhurbaşkanlığı seçiminde Demirtaş’tan matematik gereği yararlanmaktan daha işlevsel görünüyor.
Tamam, işlevsel olduğu kesin, ancak tercih doğru değil. Doğru olmadığı için de sonuç almaya fazla yararı olacağını sanmıyorum.
Bana doğru gelmeyen -buna ‘ters gelen’ de diyebiliriz- siyasi tavırlar, politikalar yalnız iç siyasette kendini belli etmiyor, dış politikada ülkemizin girişimleriyle başlayıp aynı zeminde devam eden politik tavırların da ters sonuçlar vermesi ihtimali pek yüksek.
Pamuk ipliğine bağlı bir görüntü var, hemen her alanda…
Trump bizi seviyor, Sisi’yi de, o halde…
Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin haklarının korunması için yürütülen sismik araştırma girişimi, sonunda yine iktidarın bastırmasıyla çözüm için masaya oturma sonucunu getirdi. Hükümetin ve AK Parti’nin önemli isimleri haftalar boyu Yunanistan’ı müzakere masasına çağırdılar ve sesimizi dinleyeceğini düşündükleri dış çevreleri bu konuda Atina’yı iknaya yönlendirdiler.
Sonunda istediğimiz oldu; NATO ve AB’nin çabalarıyla Yunanistan ile müzakere masasında buluşulacak.
Hep “Türkler savaşta kazanır, masada kaybeder” diye tekrarlanan bir görüş var ya, iktidar çevreleri ve medyanın makbul unsurları, o görüşü hatırlatıp, “Bu defa masada kazanacağız” iddiasını seslendiriyorlar.
Acaba?
Türkiye bu arada Mısır’la da arayı düzeltme gayreti gösteriyor. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan da, bir-iki konuşmasında, ilişkilerin yakında farklı hale gelebileceğini ima ederek, iki ülke istihbaratçılarının sürekli görüştüklerini açıkladı.
Beklentimiz, Mısır’ın Yunanistan’la kurduğu yakın ilişki ve işbirliğini sona erdirmesi ve yüzünü bize dönmesi…
Acaba?
Güvendiğimiz bir gerçek var: ABD başkanı Donald Trump’ın en takdir ettiği liderler arasında ilk sıralarda Cumhurbaşkanı Erdoğan geliyor. Bu hislerini saklamıyor Trump, her vesileyle ifade ediyor. Washington Post’un efsane muhabiri Bob Woodward’la birkaç hafta defalarca biraraya gelmiş ve şimdilerde çıkan kitabı için konuşmuş Trump; ona da “Erdoğan’ın yeri başka” anlamına gelecek takdir cümlelerini tekrarlamış…
Mısır devlet başkanı Abdülfettah el-Sisi ise, kendisinin Beyaz Saray ziyareti sırasında olayı izleyen medya mensupları önünde, “Benim en sevdiğim diktatör” diye övdüğü biri Trump’ın.
[En yukarıdaki fotoğraf önceki gün Al Ahram gazetesinde yayımlandı. Sisi ülkesine atanmış 15 yeni büyükelçiyi itimatnamelerini almak üzere kabul ediyor. Gazetenin dünkü manşeti de, Libya’da çatışan tarafların temsilcilerini sarayında kabul eden Sisi’ye ayrılmıştı. Libyalılara “Vatan için ihtilafınızı geride bırakın, birleşin” tavsiyesinde bulunuyordu Sisi.]
Galiba bütün bunlar üst üste konulup müzakerelerin başarıyla sonuçlanacağı hesabı yapılıyor.
Burada “Acaba?” diye sormayacağım.
Sormamamın sebebi, bıçak sırtı bir seçimden yeniden başkan olarak çıkmak isteyen Trump’ın gözünün şu sıralarda dışarıyı görmeyeceği bilgisi. Onun bıraktığı boşluğu güvendiği bakanlar dolduruyor. En güvendiği bakanların başında da Mike Pompeo geliyor. Dışişleri bakanı.
ABD’nin Ankara’da bir büyükelçisi olduğunu neredeyse unutmuştuk. Ancak, büyükelçi David Satterfield varlığını hatırlatan bir açıklama yapıp Türkiye’deki devlet hastanelerinin yabancı ilaç firmalarına olan borcunu ödemediğini söyledi.
Devlet hastanelerinin ilaç firmalarına borcu 2.3 milyar dolar tutuyormuş…
Bakanlıktan talimat gelmeden bunu söylemesi imkansızdır bir büyükelçinin…
Hayret, hayret.
Pompeo’nun kendisi de, durduk yerde, bir cep telefonu şirketinin ürünlerini kullanmamızı diline dolayıp “Türkiye Çin’in Türklerin kişisel bilgilerini çalmasına yol açan bu duruma sessiz kalıyor, bu yanlış” açıklamasını yaptı.
İlaç firmalarına borç… Huawei telefon kullanımı…
ABD dışişleri bakanı eşi bakımından da gönlü Yunanistan’da olan biri.
Bunların şu günlerde dile dolanması bana dolaylı mesaj gibi geliyor.
Lafı uzatmayayım: Güvendiğimiz dağlara kar yağması ihtimali büyüyor. İktidarın sıfır yanlışla yola devam etmesi şart. İçeride atılabilecek yanlış adımlar yalnız ülkenin iç huzurunu bozmakla kalmaz, dışarıda da telafisi imkansız gelişmelere yol açabilir.
HDP’lilere yönelik yeni gelişme ülkenin lehine olmadığı gibi iktidarın da aleyhine.
Öngörüsü kuvvetli dostumun son beklentisinin gerçekleşmesini bu yüzden imkansız görüyorum. Demirtaş’ın yanına arkadaşları da gönderiliyor, baksanıza…
ΩΩΩΩ