Arda, Emre Can, İlkay, Cenk… Futbolcularımız.. Ve Akademik hayatımız..

5
İlkay 8 numaralı City formasıyla, dün..
Reklam

Son zamanların en çekişmeli ve bir o kadar da zevkli maçını futbolseverler olarak dün akşam izledik: İngiliz Premier Lig’de 30 maçtır yenilmeyen Manchester City, rakibi Liverpool karşısında zorlandı ve sahadan 4-3 yenilerek ayrıldı.

İki takımda da Almanya’da yetişmiş ve her ikisi de Alman milli takımını tercih etmiş birer Türk oyuncu —City’de İlkay Gündoğan, Liverpool’da Emre Can– bulunması, maçı bizler için daha ilgi çekici kılıyordu.

Arda sendromu

Maçı izlerken Türk oyunculardan diğer takım arkadaşları kadar başarılı olmalarını beklemediğimi fark ettim…

Oysa maçta takımının yıldızlarından biriydi Emre Can; İlkay Gündoğan ise City’ye başını dik tutmasını getiren üçüncü golü atan oyuncu oldu.

Peki neden benim beklentim azdı?

Galiba buna “Arda sendromu” diyebiliriz.

Barcelona gibi dünyanın en iyisi olduğu kuşkusu bulunmayan bir takımda oynama imkânı bulan Arda Turan, nedense, takımının diğer yıldız oyuncuları ile aynı değerde olduğunu anlamakta zorlandı.

Sahada bulunduğu maçlarda, çok başarılı olduklarında bile, seyircilere “Rakitiç nerede, İniesta hasta mı?” diye düşündürdü; onların yerine çıktığı için…

Reklam

Oysa takımı, yaşlanan ve artık yüksek transfer ücreti alacağı bir takıma geçmesi zamanı gelmiş olan Andres İniesta’nın yerini alması için onu transfer etmişti.

Arda bir türlü kendini Messi, Neymar, Suarez ve hatta yaşlı İniesta ayarında görmedi, göremedi, öyle görmediği için de onlar kadar verimli bir oyun sergilemedi; transferinde hiçbir payı bulunmayan yeni hoca işbaşına geldiğinde de, bu yüzden, kendisini önce ilk 11’in, sonra da ilk 18’in dışında buluverdi.

Barçalı Arda artık Başakşehir’de top koşturacak…

Almanya, alamanya
Arda’nın 10 numaralı formasıyla bendeniz…

Daha önce paylaştığım futbol konulu yazılarımı okuyanlar Arda’nın futboluna hayranlığımı biliyordur. Arda ise benim ona verdiğim değeri kendisi Barça’da forma taşırken oyununa bir türlü yansıtamadı.

Rahatlıkla —Messi olamasa bile– İniesta olabilecekken…

Emre Can ise şu günlerde, ara transfer yapıp kendisini isteyen birkaç takımdan Juventus’u tercih edebilir ve yüksek ücretle oraya geçebilir.

İlkay Gündoğan da bu yılın Premier Lig şampiyonu olması beklenen City’nin ilk 11’inin değişmezi haline gelebilir.

Herkes gibi ben de Beşiktaş’tan Everton’a geçen Cenk Tosun’un âkıbetinin ne olacağını merak ediyorum.

Reklam

Cenk de, Emre ve İlkay gibi, Almanya’da yetişmiş bir sporcu.

Üç başarılı topçunun ilk adımlarını Almanya’da atması, futbol hayatına orada başlaması, yabancı hocalar elinde kimliğine kavuşması onları farklı kılıyor olabilir mi?

Dün gecenin galibi Liverpool’un başında da bir Alman hoca (Jürgen Klopp) var.

Everton’a geçen Cenk, Beşiktaş’ta oynarken, hiçbir idmanı kaçırmadığı gibi, daha iyi olabilmek için kendine özel bir çalıştırıcı da tutmuştu.

Süperlig’te bütün maçlar öncesinde İstiklal Marşımız okunuyor, ancak sahaya çıkan 11’lerde ‘yabancı’ sayısı çok olduğu için, takımların yarıdan fazlası ağızlarıyla marşa iştirak edemiyor.

Akademimiz ne durumda?

Siyasetin bu denli yoğun olduğu günümüz ortamında yazımı futbola ayırmamın bir anlamı olmalı, değil mi?

Anlamı şu: Biraz daha fazla özgüvene ve başkalarından daha fazla çalışmaya ihtiyacımız var. Hem de her alanda.

Konuyu aklıma getiren Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın ısrarla gündemde tuttuğu, şahsen de desteklediğim, üniversitede genç öğretim elemanlarının doktora sonrasında doğrudan doçent olabilmelerini sağlamayı amaçlayan projesi oldu.

Daha doğrusu, üniversitede ‘Yard. Doç.’ unvanı elde etmiş genç bir televizyon şahsiyetinin konuya ilişkin tavsiyeleri…

Özellikle de doçentlikte sözlü sınavın kaldırılması ve yabancı dil zorunluluğuna son verilmesiyle ilgili görüşleri…

Akademik kariyerde en kıymetli dönüm noktasının doktora olduğuna, o başarıyı gösterenlerin fazla geciktirilmeden son basamağa ulaşmalarına ben de taraftarım. Ancak evrensel yarışa katılmaları ve unvanları gerçekten hak etmeleri şartıyla…

“Yabancı dile ne ihtiyaç var, etrafta yeterince mütercim var” düşüncesi tüylerimi dimdik etmeye yetiyor.

Diller bilmeden bilim yapılabilir mi?

Sıradanların yeri değildir akademya.

İntihali (bilim hırsızlığı) gündeminden çıkaramamış bir akademik ortamla Türkiye herhangi bir yarışta baştan başarısızlığı kabul etmek zorunda kalacaktır.

Her yıl yayınlanan bilimsel sıralamalara göre ülkemiz birinci ligde değildi zaten, şimdilerde amatör kümeye doğru yol alıyor.

Birinci sınıf bir bilimsel araştırma ya da araştırma eseri özgün bir eser çoktandır üretemiyor ülkemiz akademyası; buna karşılık yurtdışındaki üniversitelerde görev yapan Türkler arasından Aziz Sancar gibi Nobel kazananlar, alanında göz dolduran Gökhan Hotamışlıgil ve Daron Acemoğlu gibi Nobel adayları çıkabiliyor.

Ne yapmalı?

Bu yazı sizleri bu soru üzerinde düşünmeye davet etmek için yazıldı.

ΩΩΩΩ

Reklam

5 YORUMLAR

  1. Dünyada kaç ülke var, herkesin yükek tahsile kadar öğrenim görmeğe mecbur olduğu ? Herkeste, okuma istidadı ve hevesi var mı, bakalım ? Hatta, vatandaş kesesinden bedava birkaç fakülte okuduğu kaç ülke var, acaba ?
    Diğer taraftan, her okuyanın bir yabancı dil öğrenme mecburiyeti, diye bir şey olabilir mi ?
    Herşey bir ihtiyaca göre düzenlenir.
    Diğer taraftan, bir üğretim üyesinin – hele hele- Tıp, ilahiyat, hukuk, hendese …. gibi konularda, lisan bilmesi değil, birkaç lisanı en iyi derecede bilmesi, vukufiyeti gerekir.
    Zamanında – kısmen ajanlığa da zemin hazırlıyan ve mali külfeti oldukça yüksek olan – orta ve Lise öğretiminde, yabancı dil derslerinin (bu okullarda, lisan öğrendim, diyen kaç kişi sayabiliriz ? ) tamamen kaldırılmasını, buna mukabil, istiyen ve ihtiyaç duyan herkese Üniversite Hazırlık aşamasında veyahut bitirdikten sonra, ileri seviyede, mükemmel lisan öğretimi verilmesini iletmiştik; bir takım çalışmalar yapılmıya başlanmıştı ki, ömrü yetmedi, Bakanlıktan ayrıldı.
    Öte yandan, intihal ve aşırmalarla, çok sığ ve çapsız birikimlerle, aşkın seviyede ilim ortaya çıkmaz, ilim adamı da olmaz. Rahmetli, prof. Necmettin Erbakan’ın her yerde temeli atılan Ağır Sanayi hamlesini yadırgıyanların, bu kadARI KÖY VE KASABADA Fakülte açılması karşısında suskunluğunu da ben yadırgıyorum. Bu gidiş, hem sözüm ona yüksek üğretimin kalitesini yok ediyor, hem de şehirlerin örfünü, ahlakını, terbiyesini, namus anlayışını yok ediyor, kadın cinayetlerini artırıyor. Madem ki, her şehre fakülte açıyorsun, vatandaşın masrafını azaltmak, ailelerin çocuklarını korumaya almak için her şehre % 50 belli bir kontenjan ayır, yerlileri için söyleyemiyorum derdimi, kimseye….

  2. Sizi sıkı takip edenlerdenim. 1986-87 lerden beri
    “Birinci sınıf bir bilimsel araştırma ya da araştırma eseri özgün bir eser çoktandır üretemiyor ülkemiz akademyası” ifadenizin sizin adınıza doğru olmasının sebebi, sizlere duyurulamamasıdır. Ülkemiz adına 2017 nin en önemli yayınlarından biri olan: “Genome of wild olive and the evolution of oil biosynthesis” adlı makaleyi bu milletin evladı öncülük ederek, 8 ülkeden birçok bilim insanını organize ederek yayınlamıştır. Dünyanın en önde olan bilim kurullarınca ve dergilerince (Science and Nature) takdir edilen makaleyi bilimsel ortama kazandıran kendi insanını görmezden gelen bir ülkede (hatta kendi üniversitesinde) bilim nasıl gelişir ki…
    ilim iltifata tabidir diyen ecdat ne güzel zikretmiş.

  3. F.Koru düşünmeğe davet ediyor da, düşünmenin, ilmi çabaların pek değeri yok bu Dünyada, hele hele Ülkemizde.
    Her şey para ile ölçülüyor. nerdeyse din, iman bile. Para o kadar muteber hale getirilmiş ki,
    Baksanıza, o bahsettiğiniz futbolcular “kucak dolusu” para alıyor. Oysa, bir ilim adamı iyi bir iş çıkarıp, değer ortaya koyduğunda, meşhur olduğunda bile, çöp topluyor, fazla bir değer ifade etmiyor. Bir bu futbolculara bakıp, bir de eskilerdeki, bir Metin OKtay, C.Özarı, Turgay, Lefter gibi futbolcuları ve Yaşar Doğu, Hamit Kaplan. A.Aktaş, A.Ayık gibi Bayrağımızı sık sık dalgalandıran nerdeyse – hala bile – yokluk içinde yaşıyan güreşçileri hatırladıkça insan üzülmeden edemiyor.
    Devlet spor Kulüplerinden ve sporculardan, doğru-dürüst bir vergi almıyor, alamıyor, o halde, futbolcu transfer ücretinin ve saha hasılatının % 2’si, 3’ü kadar, amatör sporlar için kaynağında fon kesmelidir. Ne alakası var, denebilir. Peki, mahkemede dava açan kişinin hapishane ile ne ilgisi var ki, fon kesiliyor. Bu suretle hem, kulüpler ve oyuncular da biraz düşündürmüş olunur. (Bu meyanda, işçi ve memuru geçim sıkıntısından kurtarmak için belli bölge ve evsaftaki g.menkul ve villa’lar hariç, kira gelirleri nin vergi (ve stopaj) dışı tutulması gerektiğini dile getirelim).
    Her yerde, para ve şöhretin dejenere ettiği, sanatın bile, yosma ve şıllıklara,itibar, iltifat ve çok çok para kazandırdığı bir Ülke’de, (ıstikbalden) ne bekleyeceksin.
    Amacı, kısa sürede para ve şöhrete kavuşmak olan kişilerden ne bekliyebilirsin ki.
    Denge, liyakat, disiplin, itidal ve istikrar İslamın temel ilkelerindendir. Bu yitiği AB bulmuş ve yararlanıyor. Bizim eğitimde bunların eserini görmek zor.
    Türkiye demokratik, sosyal, laik, hukuk devleti değil, bilakis, samimiyetsizlerin, sözü ve içi bir olmayan, gösteriş ve tribüne oynama hastalığına tutulmuş bireylerin ülkesidir. İşleri dost beni pazarda görsün, kabilindendir.
    Eğitimin millileştirilmesi ve ilmileştirilmesi ve gerçekten eğitime dayalı hale getirilmesi, yarar sağlar şekilde düzeltilmesinde büyük bir zaruret vardır.

  4. Düşündüm ve şu soru aklıma geldi:
    Almanya da yaşayan 2 milyon Türk ten dünya çapında başarılı futbolcular çıkarken acaba neden Türkiye de yaşayan 80 milyon Türk ten böyle başarılı futbolcular çıkmıyor?
    Sebebi eğitim sistemimizdeki yanlışlar olmasın?
    Üniversiteler de kariyer yapma meselesine gelince; o konuda da tam bir fecaat durumu söz konusu.
    Biz de üniversiteler yandaşlara peşkeş çekilecek bir arpalık olarak görüldüğü için ikitdarı eline geçiren oralarda kadrolaşmaya gider.O yüzden bilimsel sıralamalarda en sonlarda yer alırız.
    İlk 500 e giren Üniversite sayımızı hatırlayın yeter.

  5. Doktora İslamiyet’te müçtehitliğin karşılığıdır. İlim yapmak değildir, ilmi çalışma usulünü öğretir. Bu aşamaya gelecek kişinin Arapça veya Latince dillerinden en az birini bilmesi gerekir. Arapça ve Latince ilim dilidir. İki dil için ilmi düzeyde kitaplar yazılmalı ve sınavlar da yalnızca yazılı olarak yapılmalı ve bilgisayarlar tarafından okunmalıdır. Doktora yapmak isteyen kimse bir de matematik bilgisine sahip olmalıdır. Dil ve matematik için bu tarz sınavlar mümkündür.
    Doktora danışmanı olacak hocalar, doktora yapmış kimseler arasından meclisçe veya siyasi partilerce seçilmeli. Partiler tespit edecek olursa, aldıkları oy nispetinde doktora yaptıran ilim adamı tespit edebilirler. Her yıl doktora yapacakların sayısı doktora yaptıracaklara bölüştürülmelidir. O sene ölenler ile 63 yaşını dolduran kişiler sayısınca yeni doktor kontenjanı açılmalıdır. 63 yaşından küçük doktorların sayısı ülke nüfusunun on binde biri kadar olmalıdır.

    Doktoraya başlayan kimse yazdığı tezi on doktora yaptıran hocaya onaylatarak doktor olur. Tezini savunarak kabul ettirir. Profesör olma şartı meclisin ona doktora yaptırma yetkisi vermesiyle sağlanır. Bunun dışındaki uygulamalar tamamen Türkiye’yi cahil yapma mekanizmasıdır. Sermaye bir takım yollarla yayın yapma zorunluluğu getirerek doktor veya doçent olacakları kontrol altına alıyor. Bürokratlar hep zorluk çıkarıyorlar. Erdoğan “Kolaylaştıracağız” derken aslında zorlaştırmaktadır.
    Erdoğan gerçekten üniversiteleri Sermaye baskısından kurtarmak istiyorsa bu kanunları hazırlarken Süleyman Akdemir’i de çalışma heyetinin içine almalıdır. Serbestçe yapılacak tartışmalara kendisi hakemlik yapmalıdır. Bunun dışında hazırlananlar Sermaye’nin tuzaklarından başkası değildir.
    Dünya üniversitelerinde Sermaye’nin dünyayı nasıl sömüreceği öğretiliyor. Yardımcı doçentlik müktesep haktır, hepsi doğrudan doçent olurlar bu kanuna göre. Eskiden ordinaryüs profesörlük vardı, kaldırıldı ama unvan kaldırılamadı.

Yoruma kapalı.