Toplumu geren, bir kesimi diğerine kötü gözle bakmaya -hatta düşman bellemeye- sevk eden yaklaşımlar bana göre değil. O amaca hizmet edeceğini düşündüğüm konulardan evvel eski uzak durmaya çalışırım.
Dünya Kadınlar Günü vesilesiyle İstanbul’da yapılacak gösteriye izin verilmemesi yüzünden duydukları rahatsızlığı dışa vuran kadınların ezanı ıslık çalarak protesto ettiği haberi üzerine başgösteren tartışmalar beni rahatsız eden son konu.
İlk işittiğimde mantıksız gelmişti, gerçek nasılsa ortaya çıkar diye zihnimi başka konularla meşgul etmeyi yeğledim. Sağolsun, Yıldıray Oğur, daha önce başka konularda da yaptığı titiz sorgulamayı bu kez de tekrarladı ve kadınların tepkisinin ezana değil, gösterilerine izin verilmemesine ve üzerlerine saldırılmasına olduğunu makul gerekçelerle gözler önüne serdi.
Ne beklersiniz? Ben olayın yatışmasını, ilk haberlere “Vay namussuz göstericiler, bunlarda din-iman yok” tarzında tepki verenlerin yanlışlıklarını anlamasını bekledim.
Kabataş ve Dolmabahçe.. 11 Eylül ve Irak’ın işgali…
Kabataş’ta, AK Partili bir belediye başkanının gelini olan genç bir kadına, bebeğiyle birlikteyken, çok sayıda gencin başörtüsü yüzünden tacizde bulunduğu iddialı olayı hatırlıyor musunuz?
Ya da aynı günlerde, Taksim’de yapılan gösterilere gazlı müdahale edildiğinde, Dolmabahçe Camii’ne sığınan gençlerin, camiye ayakkabıyla girdikleri, bazılarının orada içki içtiği yolundaki suçlamaları?
Her ikisi de ülkemizin Gezi Parkı olaylarıyla meşgul olduğu dönemde ortaya atılmış iddialardı.
O sırada yazdığım gazete, haberleri ve yazarlarıyla, her iki olayın üzerine bodozlama gidiyor, diğer pek çok gazeteyle birlikte yeri göğü inletiyordu.
Ben her iki olaya da önce tepkisiz kaldım, ortam iyice gerilip keskinleştiğinde ise konuya farklı bir açıdan yaklaştım. Olayı açıklamalarıyla tetikleyen kadının, yeni doğum yapmış annelerin bazısında meydana geldiği bilinen ‘post-partum sendromu’ ile öyle bir sanrıya sahip olabileceğini yazdım.
Camiye sığınanların da mabede saygısızlık anlamına gelecek bir davranış içerisine girebileceklerine inanmadım.
Tıpkı, Taksim’de toplanmış kadınların, ıslıkla veya gürültü yaparak ezanı protesto edebileceklerine inanmadığım gibi…
Bunları yapabilecek kişiler yok mudur aramızda? Vardır, ancak topluca bulunulan mekanlarda, birkaç kişinin yapmaya kalkışacakları saygısızca davranışlara, onlardan daha çok olduğuna inandığım sağduyulu birileri mutlaka müdahale ederler bizde.
Gerçek böyle iken, sağduyulu olması gereken insanların, olaylar köpürtüldüğünde hemen koroya katılmalarına, karşı-gösterilere destek vermelerine, olmamış -olmadığı sağlam gerekçelerle ispatlanmış- bir konuyu dillerine dolamalarına, yazılarına konu etmelerine ne diyeceğiz?
Türkiye, daha kampanyalar başlamadan ‘kritik’ sıfatı uygun görülmüş, ülke açısından ‘varlık-yokluk’ mesabesinde önemli görüldüğü anlaşılsın diye ‘beka sorunu’ ile irtibatlanmış bir seçime gidiyor; siyasi hayat içerisinde yer alanlar her olayı kendi çıkarları doğrultusunda değerlendirebiliyor.
Hatta, gerilimden, toplumu kutuplaştırmaktan yararlanma yoluna da gidebiliyorlar.
Görev tanımları içerisinde ‘destekledikleri parti çizgisinden ayrılmamak’ da bulunan gazeteler ile yazar-çizerler de tarafı oldukları takımın yanında saf tutabiliyor.
Peki ya gerçek?
Yalan ile gerçeğin bulamacı: Post-truth…
Kabataş olayına, yukarıda yazdım, ‘post-partum’ (doğum sonrası yaşanabilen travma) teşhisiyle yaklaşmıştım; şimdi yaşanan durumun da literatürde bir adı var: ‘Post-truth’. Buna Türkçede ‘gerçek-sonrası’ denilebilir.
Gerçeğin takla attırılmış biçimi…
Körfez Savaşı’na gider, Irak’ı işgal edip Ortadoğu’ya yerleşmek üzere hareketlenirken, ABD yönetimi, gerekçe olarak sahte argümanlar kullanmıştı. Gerçek gibi sunulan yalanlar…
ABD başkanı Donald Trump‘ın ağzından çıkan pek çok iddia…
Dünyamız, içinden geçtiğimiz bu dönemde, ‘yarı doğru yalanlar’ ile biçimlendiriliyor.
Müphemiyet en büyük koz.
Dört tarifeli uçağa doluşan gençler, New York’taki ikiz kulelere, Pentagon’a uçakları çarptırıyorlar; bunu bütün dünya gözleriyle görüyor. Ancak, aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen ve ardından dünyamızı kökünden değiştiren gelişmeler de yaşanmış iken, 11 Eylül 2001 günü yaşanan o olayın bütün boyutlarını bilmekten bugün bile uzağız.
Taksim’de toplanan kadınların tepkileri sırasında okunan ezan bir gerçek; ancak tepkilerin ezana olduğu yalan… Yalanla gerçek böyle bulamaç yapılarak sunulabiliyor işte…
Yeni dönemin en önemli özelliği, yalanla bulanmış haberlerin ve onlar üzerine yapılan abes yorumların gerçekmiş gibi sunulması ve bunun da her şeyi etkilemesidir.
Olana karşı insanlar tam anlamıyla korumasız. Dört bir yönden akan ve yalanın gerçek gibi sunulmasını sağlayan haberler medyada revaçta olduğu gibi, o haberleri süsleyip püsleyerek yaygınlaştırmak için alesta bekleyen sosyal medya kullanıcıları da -troller- var.
Gri beyin hücrelerimizden başka güvenebileceğimiz bir şey yok bugünün dünyasında.
Sağduyumuz bir de…
Her söylenene, okuduğunuz her şeye inanmamakla ve gerçekmiş gibi önünüze sunulanları sorgulamakla işe başlayabilirsiniz.
ΩΩΩΩ