Adalet, hukuk, yargıçlar, Anayasa Mahkemesi ve yargı denildiğinde hatırladıklarım…

31
Reklam

En başta kayda geçireyim: Son 40 yıla yakın bölümü her gün bir bazen birden fazla yazıyla okur karşısına çıkmakla geçen 50 yılı aşan yazı hayatımda mahkemelerle fazla işim olmadı. Hakkımda açılan dava sayısı tek bir elin parmaklarını geçmez.

İlk hatıram

Bayağı gencim. 1960’lı yılların sonuna doğru olmalı. Dr. Baha Kitapçı’nın evine yemeğe davetliyiz. Sofraya lezzetli yemekler geliyor. Çorbayla başlanıyor; Baha Bey, bir yandan tabakları topluyor bir yandan da “Nasıl buldunuz?” diye soruyor. Hepimiz bir ağızdan çorbayı lezzetli bulduğumuzu söylüyoruz. Ardından ara sıcak yeni lezzetler getiriyor evin hanımı; Baha Bey yine “Nasıl buldunuz?” sorusunu yöneltiyor, bizler de yine övücü sözlerle cevaplıyoruz sorusunu. Ana yemekler de servis edilip afiyetle yenildikten ve aynı soruya muhatap olup aynı cevapları verdikten sonra ev sahibinden şu azarı işitiyoruz: “Hakime Hanım dünden beri sizler için saatlerce uğraşıp bu yemeği hazırladı; neden beğendinizi kendisine doğrudan söylemiyorsunuz da benim sormamı bekliyorsunuz?”

Genç yaşta işittiğim o azar hayatım boyunca kucağıma küpe olmuştur.

Beğendiğim bir şey gördüğümde gecikmeden onu ifade etme alışkanlığımı o sofrada edindim.

Dr. Baha Kitapçı İzmir’de 20 yıla yayılan süreyle kültür ve bilim alanında kitleleri aydınlatıcı faaliyetlerin arkasındaki isim olmuştur.

Türk Ocağı başkanıydı ve her hafta cuma akşamları Ocak adına düzenlediği konferanslara hem çevreden hem de uzaktan davet ettiği konuşmacılarla kültür, sanat ve bilime meraklı insanları buluştururdu.

Hayatımda tanıma şerefine eriştiğim ilk yargı mensubu da ağır ceza hakimi olan eşi Türkan Kitapçı‘ydı. 

Reklam

Toplantılara nadiren de olsa hakime hanımın da geldiği olurdu; ancak soru-cevap faslında, sert tartışmalara da tanık olunan ortamlarda, konu hukukla ilgili olsa ve yargıyı ilgilendirse bile, ağzını hiç açmadan otururdu.

“Siz neden konuşmuyorsunuz?” sorusuna muhatap olduğunda verdiği cevap hala belleğimdedir: “Dava olarak önüme gelme ihtimali olan konular bunlar, konuşamam.”

[Çok nazik bir insandı Baha Kitapçı. Onu en son uluslararası bir toplantı vesilesiyle gittiğim Suudi Arabistan’da görmüştüm. Hac farizasını yerine getirmek üzere oradaydı ve diğer katılımcılarla birlikteyken beni araçta görmüş, arkasından koşarak aracı durdurmuştu. Kucaklaşmıştık. Hacdan döndükten kısa süre sonra onu bir araba kazasında kaybettik.]

Hakime hanımdan başlayarak bu güne kadar tanıdığım yargı mensupları hep onurlu insanlardı. 28 Şubat günlerinde yazdığımız yazılarla ilgili birileri suç duyurusunda bulunur; Bakırköy ve sonradan Eyüp Adliyesi’ndeki basın savcıları bizleri ifadelerimizi almak üzere davet ederlerdi. Sorular nezaket içerisinde sorulur, cevaplar titizlikle kayda geçirilir ve ardından takipsizlik kararı verilirdi.

Takipsizlik kararı vermenin kolay olmadığı düşünülecek bir dönemdi oysa…

Daha sonraları aynı ortamları paylaştığım yargı mensupları oldu; çocukluğumdan zihnime yerleşmiş ‘Hakim Bey’ figürünü ve mesleğin saygıdeğerliğini zedeleyecek biriyle karşılaşmadım. En son tanık olarak dinlendiğim bir davada, mahkeme başkanı, yönelttiği bilgiye dayalı ve akılcı sorularla bende hayranlık hisleri uyandırdı.  

Anayasa Mahkemesi üyelerine sınırsız maaş

Madem anılarla karşınıza çıkıyorum, bu defa 1980’lerden bir görüşme aktarayım.

Reklam

Ertuğrul Alatlı benimle görüşmek istemişti, hiç bekletmeden kendisini ziyarete gittim. 

Ülkemizde ilk askeri müdahaleyi planlayan ekiptendi Ertuğrul Alatlı; 27 Mayıs darbesi (1960) sırasında yurtdışında görevli olduğu için kurulan Milli Birlik Komitesi’nin 38 üyesi arasında yer verilmemişti kendisine. Ancak askeri yönetim üzerinde etkili olduğu bilinirdi.

Sonraları kurmay albaylığa giden yolda yaşadıklarını, darbelerdeki (1960 ve 1971) rolünü anlatan bayağı hacimli kitaplar da yazdı.  

Pek çok konu o görüşmemizde gündeme geldi de bazı cümleleri o gün bugündür belleğimdedir: 

“Darbelere karşısınız, tamam, ancak Anayasa Mahkemesi gibi bir kurumu da bir darbenin sonrasında yazılan anayasanın kurduğunu unutmayın. O anayasanın görüşmeleri sırasında ben Anayasa Mahkemesi üyelerinin ölünceye kadar görevlerini sürdürmelerini, kimseye borçlu kalmamalarını sağlayacak maddi imkana sahip olmalarını savunmuştum.”

“Açık çek verilsin, üzerlerini ihtiyaçları kadar kendileri doldursun demeye getirmiştim” diye de ekledi.

[Önemli romancımız Alev Alatlı ile halkla ilişkiler alanında çalışan ve bir ara başbakanlığı sırasında Mesut Yılmaz’a danışmanlık da yapan Işıl Alatlı’nın babalarıydı Ertuğrul Alatlı. Görüşmemize Işıl Hanım aracılık etmişti.]

Haşim Kılıç’ın önemi

Henüz bireysel başvuru hakkı tanınmamış ve yetki alanlarının sınırlı olduğu günlerde bile Anayasa Mahkemesi sistem içerisinde ayrı bir yere sahipti. 12 Eylül (1980) darbesi sonrasında üyeleri yönetime gelen askerler karşısında eğilip bükülmüş, anayasaya değil de egemen ideolojiye uygun kararlar verebilmişlerdi. Çok parti kapattı, verdiği kararlarla gençleri üniversite kapılarından döndürttü Anayasa Mahkemesi ve itibar kaybına da uğradı.

Yeniden itibar kazanması Haşim Kılıç’ın başkan seçilmesi sonrasında etkin olduğu dönemdedir.

Sacit Adalı ile birlikte yanlış kararlara katılmadı Haşim Kılıç ve ikili sürekli karşı-görüş yazılarıyla itirazlarını kayda geçirdiler.

Hukuk kökenli olmadığı halde giydiği hakim cüppesinin hakkını verdi Haşim Kılıç

Anayasa Mahkemesi’ne bir referandumla üye sayısının artırılıp yeni bir veçhe verilmesinin ve bireysel başvuru hakkının mahkemenin yetki alanına alınmasının mimarı da odur. 

Gerçi sorulduğunda görüş açıklıyor, ancak keşke siyasi hayat içerisinde de yer alsaydı. 

Benim bugünlerde siyaset alanından Anayasa Mahkemesi’ne yöneltilen aşırı eleştirilere bakıp anlamakta zorlandığım konu şu: AK Parti 2007 dönemecinde kapatılma tehlikesiyle karşı karşıyaydı ve Anayasa Mahkemesi’nin o zamanki üye yapısı 367 kararından da anlaşıldığı üzere iktidarı zorlayabilecekti. AK Parti’yi kapatılmaktan yine Anayasa Mahkemesi kurtarmıştı.

Anayasa Mahkemesi’nin bugünkü yapısı özgürlükler konusunda titiz üyelerin çoğunlukta olduğu bir yapı.

Geçmişte kendisini yok edebilecek yüksek mahkeme, iktidar tarafından seçilen özgürlükçü üyelerle takviye edildi; şimdi iktidar tam da o üyelerin çizgisinin mahkemeye egemen oluşundan şikayetçi.

Akademisyenlerin, Enis Berberoğlu’nun haklarının ihlal edildiğine karar verdiği için eleştiriliyor Anayasa Mahkemesi… 

Siz bunu anlayabiliyor musunuz?

“Neden daha hızlı alınmıyor hak ihlalleri kararları” eleştirisi yapsalar ya…

Yargıçların siyaset kokan mesajları -hatta siyaset kokmayanları da- kabul edilemez; ancak “Işıklar yanıyor” mesajına karşı çıkarken, “Yanan ışıklar Anayasa Mahkemesi’nin ışıkları olsun” temennisini de ihmal etmemek gerek.

Yargıçlara güvendiğimiz müddetçe onlar da mesleklerinin güvenilir çizgide kalması için özel çaba gösterirler.

Yargı ve güven birbirine muhtaçtır. 

ΩΩΩΩ

Reklam

31 YORUMLAR

  1. Boşboğazlığın işe yaradığı anlar

    Bir yakını FETÖ’den hüküm giymiş… Bütün tartışmalı kararların altında imzası var..

    Esasında varlığı da tartışmalı.

    Twitter’de paylaştığı mesajdan sonra yedi cibilliyeti araştırıldı… Kim tarafından Anayasa Mahkemesi üyeliğine atandığı, onu atayanların ilişkileri ve iltihakları, hatta siyasi angajmanları (siyasi eğilimleri) masaya yatırıldı.

    Şu görüldü:

    Pek tekin biri değil Anayasa Mahkemesi üyesi Engin Yıldırım.

    Tartışmalı olmaktan hoşlanıyor…

    Ve sosyal medyada küçük yaramazlıklar yapıyor…

    Makamının kabul etmeyeceği yaramazlıklar…

    Mesela İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’yla dalaşıyor.

    Hükümete laf sokuyor.

    Fena halde tarafını belli ediyor.

    Biraz da “aceleci” bir üye…

    Fuat Uğur’dan okumuştum: “Işıklar yanıyor” mesajını yayınlamasaydı ve büyük gürültüler koparmasaydı, Anayasa Mahkemesi Enis Berberoğlu’yla ilgili kararı açıklayacaktı. Yani devlete (sadece hükümete değil, dikkat) “muhtıra” verecekti.

    Boşboğazlık her zaman da zararlı değilmiş.

    Bazen işe de yarayabiliyormuş.

    Boşboğazlara duyurulur

    • Sizin, kısa bir cümleyi bile üç beş dil yanlışına düşmeden yazamadığınızı bildiğim için, bize yorum diye satmaya kalkıştığınız bu metnin bir yerlerden araklama olduğuna adım gibi emindim. Nitekim yanılmadım.

      Ahmet Kekeç’ten araklamışsınız yazının bütününü. Hani araklamış olduğunuz şeyin değeri de araklama eylemine kalkışmaya değse gam yemeyeceğim 🙂

      • 1-Boş gezenin boş kalfası olmadığımdan ve tombul parmakla telefonda yazmak zor olduğundan ve üfürüle dolu birçok saçma yoruma 3-4 kelime kral çııplak demek yeteli olduğundan günün 12 saatini yoğun çalışan biri olarak 3-4 satır tombul parmakla attırıyorum ama sizin gibi bileğinden geçilmeyen Bilgi algı operatörünü zıplatıyor bu yeterli
        2-sizin gibi algı operatörlerinin yaptığı herşeyi saçma formatta tartıştırmak böylece doğru ne yanlış ne hepsini karıştırmak bu taktiği mesaka Kılıçdaroğlu nu yönlendirenlerde çok güzel yapıyor
        Mesala aynı anda hem Doğu Akdeniz de ne ilimle var hemde niye Doğu Akdeniz’de yokuzu tartıştırır
        Kısaca sayfalar dolusu ilgisiz bilgileri tartıştırma ozo reddediyorum ve kusa cümlelerle özü soruyorum
        Mesaka bşr haftada 2 çuvallamanız ne oldu oruç reis ne oldu s400
        3-genelde alıntı yaptığımı yazmam çünkü senin gibi cingözler hemen konuyu değil nesneleri konuşmaya başlar ve Konuyu Murdar Eder bu Konuda uznansınız çünkü sizin gibilerde çok

  2. Olmuş olan basitçe şudur:

    Günün birinde bir köye bir adam gelmiş. Köy muhtarına, “Topla ahaliyi köy meydanına, diyeceklerim var. . .” demiş. Muhtar, hiç kimsenin bilmediği bir nedenle (yani herkesin aslında bilip söyleyemediği bir nedenle), ürküp tırsmış. Ahali işi gücü bırakıp köy meydanında toplanmış.

    Köye gelen yabancı, “Arkadaşlar” demiş: “Köyümüze estetik kalite kazandırmaya geldim.”

    Adı Necmettin ve Selahattin olan iki köylü sırayla söz alıp şöyle demişler:

    “Hoş gelmişsin, safa getirmişsin de, seni bu köyde daha önce görmedik. Köy nereden senin de köyün oluyor, ve nereden sizin arkadaşların oluyoruz?”

    “Hiç öyle deme, Efendi. Uzakta da olsa, gitmesem ve görmesem de, bu köy benim köyümdür.”

    “Öyle olsun, hiç zararı yok. Peki ne olcek de köyümüze o dediğin şeyin kalitesini katacaksın?”

    Yabancı açıklamış -yoksa “buyurmuş” mu demeli?

    “Bundan sonra evinizi, bahçe duvarlarınızı falan öyle kafanıza göre boyamayacaksınız. Tek renge boyayacak herkes: Turkuaz. Bunun azcık koyu tonu olabilir, buna “merkezin bir tonu” diyeceğiz. Azcık açık tonu da olabilir, buna da “merkezin diğer tonu” diyeceğiz. Yok öyle önüne gelen yeri yeşile boyamak. Hele hele sarı, yeşil, kırımızıyı birbirine bulaştırıp öyle üç renkli kepazeliklere hiç gelemem.”

    Bu gözü kara (ya da kararmış) adamın sesindeki buyurganlık köylüleri ürkütmüş doğrusu.

    “Tamam” demişler, “buyurduğun gibi olsun.” Evlerin dış duvarlarını, zorunlu tutuldukları bir iki yüzlülükle, beğenmedikleri halde turkuaz rengine boyamışlar. Evin iç odalarını ise, sanki o dayatmanın hıncını almak istiyorlarmış gibi, yeşilin koyu tonlarına, bir arada olmaları asla ve kata düşünülemez olan üç rengin alacasına boyamaya devam etmişler.

    Bu renk dayatma işi, köylülerde adeta bir takıntı haline gelmiş.

    Her biri, geride bıraktıkları vasiyette, oğullarına ve torunlarına, “Odaların duvarlarındaki rengi değiştirirseniz bağışlamam, bilesiniz” yazmış.

    Gel zaman git zaman, bir zamanların o cengaver ve buyurgan yabancısı, sonradan yerleştiği o köyde yaşlanmış, güçten düşmüş. Kimse buna kız vermeye yanaşmadığı için, evlenip çoluk çocuğa karışamadan kocamış. Haliyle, yeni kuşak köy gençleri, artık o turkuaz renk kanununu pek iplemez olmuşlar.

    Bir gün, bunun yakın bir akrabasının yolu düşmüş köye. Köy kahvesinde köy gençlerine akıl veresi olmuş. Buyurgan değil pekala mütevazi bir sesle, çatık kaşla değil gülümseyerek, “Şu turkuazın iki merkez rengine dönsek artık arkadaşlar, fena olmaz mı?” diye sormuş.

    Masanın etrafında halka olmuş köy delikanlıları, birbirlerine göz ederek, kurnazca bir bakış atarak sessizce anlaşmışlar. Aralarından biri sandalyesinde geriye dönüp seslenmiş:

    “Hasan Amca, ver bu güzel abime taze tavşan kanı çay, aynalı olsun!”

  3. Allah Allah, Allah Allah . . . Nasıl olmuş da Atatürk devrmilerinden 30 yıl sonra Meclis çoğunluğu ‘faşizan bir yönetim’ uygulayanların eline geçmiş? Neden o ‘faşizan yönetem’in defterinin dürülmesi işi halka bırakılmamış da cuntacılara ‘Gelin şu işi siz halledin” denmiş?

    Sanki M. Kemal’in devrimleri pek bir işe yaramamış gibi. 🙂

    İşin daha şamatalı yanı şu ki, o devrimler 30 yılı bırakın, neredeyse bir asır sonra bile pek bir işe yaramamış olmalı ki, sevgili devletimiz -yine ‘faşizan’ kafada olanların iktidarından ürküp sevgili Anayasa Mahkemesi ile AK Parti’yi kapatmaya da yeltenmiş, AK Parti, deyim yerinde ise, direkten dönmüş.

    Ordu devlet olup Erdoğan’a da müdahale etsin mi, sayın Mim -hani mesela? HDP’nin kapatılmasını talep etmiştiniz önceki hafta. Yoksa, “millyetçilik” kontenjanından yırrtı mı Erdoğan ve partisi?

    Yoksa, “Onu müdahale ettiğinde ‘genelleme yapmayıp olay bazında’ değerlendiririz” demeyi mi tercih edersiniz?

    Durmak yok, “Biz cuntacıları ve darbeleri ‘genelleme yapmadan olay bazında değerlendirir ve öyle savunuruz” kafasıyla devam, o zaman.

    Eğer İstanbul Ekonomi Araştırma’nın son çalışmasının bulguları doğru ise, 19. yılına giren Erdoğan iktidarının ardından yüzde 23-24’lerden yüzde 17,7’lere gerilemiş olduğunuzda da şaşırıp yakınmayın.

    “İyi de ben CHP’li değilim ki!” falan mı diyorsunuz?

    İyi, ben de, “Binde 7’lik partiniz Vatan Partisi ile yetinin” derim.

    Sizin bu kafayı numaracı CHP, “Yok canım, bizim darbelerle, Anayasa Mahkemesi ile işimiz olur mu hiç? Nereden çıkarıyorsunuz bunları?” diyerek, Vatan Partisi ise, “Evet, aynen bunu söyleyip bunu savunuyoruz. İtirazı olan?” diyerek temsil ediyor 🙂

    • Uydurmayın, ben HDP’nin kapatılmasını talep etmedim. HDP=PKK olmadığını da sıklıkla dile getiriyorum. Olsa olsa HDP ve MHP’nin aynı anda kapatılmasını temenni etmişimdir. Ayrıca beni Vatan Partisi ile ilişkilendirmek için kafanızın oldukça iyi olması lazım. Uzakdoğunun egzotik yemekleri ve baharatlarından birisi mi size dokundu acaba? 🙂

      • Pardon o zaman, ben sizi yanlış anlamışım. Meğer Kenan Evren demokrasisi talep etmişsiniz: Bir ordan, bir burdan.

        Valla bu kafayala Vatan Partisi’ni destekleseniz kaç yazar, “Biz Aslında Demokrasiyi Severiz” partisi kurup başına geçseniz kaç yazar. Daha sizin çocukların sivil siyasete ilk zart-zort müdahalesinde hemen bir ‘olay bazlı değerlendirme’ kotarır, fener alayını kutlamak için sevinçle pencerlere doluşursunuz el çırpıp İzmir Marşı terennüm etmek için.

        Demokrasiyi paşalardan öğrenince kafa ve performans bu maalesef.

        ‘Olay bazlı değerlendirme’ de şeyin üzerindeki tüy elbette.

        Ondan sonra, gelsin kolektif terapi için ADD’lere doluşup “Hala nasıl Erdoğan’a oy veriyorlar, inanılır gibi değil” muhabbetleri 🙂

        • Sosyalizm ile Saadet Partisi arasında ne kadar ilişki varsa, bana dair yaptığınız analizlerin de gerçekle o kadar ilişkisi var. 🙂

          • 14-15 yıl oldu sosyalizmi otoriter-faşist zihniyetin bir başka tezehürü olarak zihnimde ve ruhumda mahkum edeli. Bunu defalarca yazmış ve siz de okumuş olduğunuz halde, hala ‘sosyalizm’ ile beni ilişkilendirerek buradan kendinize yol açma girişiminizi dudak bükerek karşılıyorum.

            Demokratım -fena halde ve tutkulya.

            Bir demokrat ile Saadet Partisi arasında hayli dikkate değer paralellikler var, sayın Mim:

            (1) Her ikisi de sivil toplumun, sivil siyasetin, siyasal özgürlüklerin yanında, vesayet rejiminin ve vesayetçi ideolojinin karşısındadır.

            (2) Adalet, her ikisi için de, hayatı ve Türkiye’yi kavrayıp açıklarken kendilerine referans aldıkları bir değerdir.

            (3) Her ikisi de, içeriksizleştirilmiş, hamaset ve lumpenliğe boğulmuş Türk milliyetçiliğine kuşkuyla bakar, bunu toplumsal gelişmemiz önünde ayak bağı olarak görür.

            (4) Her ikisi de “vicdan” dediğimiz şeyi önemser.

            Siyasal açıdan her zaman ve onyıllarca çok çetin bir mücadele içinde oldukları Gülen Cemaati’nin sıradan ve mazlum kurbanlarına çektirilen utan verici zulümü dile getirenler, sadece ve sadece, geniş alamda Milli Görüş geleneğinden gelen dindar-muhafazakarlar kanaat önderleri (Cihangir İslam, Ö. Faruk Gergerlioğlu, Ahmet Faruk Ünsal, Nurten Ertuğrul ve düzinelercesi) ile demokratlardır.

            (5) Benim Deva Partisi taraftarlığım esas olarak pragmatik ve pratik nedenlerle. Türkiye’nin can yakıcı sorunları Deva etrafında toplanmayı gerektiriyor karanlıktan çıkış için.

            Değilse, zihin ve duygu dünyam, Saadet Partisi ve Gelecek Partisi’ne daha yakın.

  4. Ahmet Bey’e bir müjdem var: S400’ler konusunda çuvalladım. Bunların alınsa bile aktif duruma getirilemeyeceğini iddia etmiştim vakti zamanında. Golü yedim. Pozisyon çok açık. “Ama topun ayaktan çıktığı anda sanki ofsayt var. . .” diyemeyecek kadar açık. İtiraf ediyor, takdirlerinize sunuyorum 🙂

  5. Kısa yorum metni de üretebileceğimi gösterip kanıtlamak için yazıyorum bu defa.

    Karar Gazetesi, sahte alkollü içkiden ölen vatandaşların sayısının 55’e yükseldiğini yazıyor.

    Önceki gün, Hürriyet Gazetesi’nde konuyla ve yapılan operasyonlarla ilgili bir haberde şu ibare geçiyordu: “Söz konusu şebekeye göz açtırmayan emniyet ve jandarma güçleri on aylık bir takipten. . .”

    Aklıma Kenan Evren geldi -koşulların olgunlaşmasını bekledik falan demişti.

    Sahte içki çetesine göz açtırmayan kolluk kuvvetlerimiz de öyle yapmışlar.

    Kabile devletini belki burada aramak lazım.

  6. Yazının ortasına kadar adaletten bahsedilmesi hoşuma gitmiş , çok sevdiğim bu konu münasebetiyle ben de bizim bu köşedeki hoş olmayan bazı tutum ve davranışlardan bahsetmek istemiştim .Ancak ortasından itibaren yine AYM konusu ağır basınca bu isteğimden
    vazgeçtim. Doğrusunu söylemek gerekirse ; bir kaç günden beri ve bir çok yazar tarafından adeta salvolarla yapılan ve oldukça da ilkel bulduğum bu konudaki tartışmalardan bana inanın gına geldi , hafakanlar bastı ! Çünkü neresinden baksanız şarklılık, basitlik , hafiflik , basiretsizlik vs. akıyor .Herkese selam ve saygılar .

  7. Olmak yada olmamak;işte bütün mesele bu!

    Siyasetçisiyle,idarecisiyle,meclisiyle,hukukçusuyla,yazar-çizeriyle kahir ekseriyet itibariyle “olmamak” halinin hakim olduğu toplumlarda değişim ancak olağanüstü olayların herkesi iteklemesiyle gerçekleşir.Nazi Almanyası sonrasında,kominist Sovyetlerin sonrasında,Firavun karşısında Hz.Musa toplumunda,vahşi çöl hayatı içinden Hz.Peygamber’in çıkardığı toplumlardaki değişimler gibi.

    Olana kadar da olma makamındakiler “olmuşlar” oyununu sergiler dururlar.

    Hukukun olmadığı bir zeminde Anayasa mahkemesi arada bir devede kulak mahiyetinde doğru kararlar verebiliyor.Ancak bu kadarına bile tahammül gösterilemeyip gelenin geçenin fırçayı basıp şamar oğlanına çevirdiği, icraatlerinin uygulamada kaale de alınmadığı halde ,sanki gerçekten bir güç sahibiymiş ve hiç bir etkiden çekinmeksizin her halde doğru kararlar veriyorlarmış gibi “kör parmağım gözüne” dil ve güç sahiplerine,dil ve güç kullanmaları için fırsat vermekten başka bir anlam doğurmayan Anayasa mahkemesi üyesinin yaptığı hakim ciddiyetinden uzak işin şu içinde bulunduğumuz zeminde hiçbir izahı yoktur.

    Geçen sene bu sütunlarda http://u0i.626.myftpupload.com/yazarlar-serbest-sevindim-khklilar-tartismasinda-arinci-elestirenlerden-cok-farkli-dusunuyorum/ yazısında Anayasa mahkemesinin de görmek istemediği Yargıtay 16.Ceza Dairesinin yüz binlerce kişiyi etkileyen çok bariz hukuka aykırılıklarla dolu temel nitelikli bir kararına yaptığım eleştirinin benzerini geçenlerde bir platformda,Yeni Türk Ceza Kanununun mimarlarından Prof.Dr.İzzet Özgenç’in de çıkardığı kitabında yapmış olduğunu okudum.Aklın yolu bir.Hani biz lafı sözü bilinmez,görünmez,verdiği sözü -sussam gönül razı değil dürtüsüyle,kendisi dahil- kimseye de geçmez tırışkadan bir adamız da ,Ceza Kanununun mimarlarından duayen ceza hukukçusu Prof.İzzet Özgenç’i de Anayasa mahkemesi dahil kimsenin kaale almaması ilginç değil mi?

    Işıklar yanıyormuş!Peh…

    Kalplerin ve zihinlerin ışıkları yakılmadıktan sonra yakılan ışıklar karanlığı aydınlatmaya yetmiyor beyler.

    Olmak yada olmamak;işte bütün hikâyemiz bu bizim.

  8. Bugüne kadar tanıdığım ve sevdiğim dürüst insanlar genellikle şu iki kesimden çıkmıştır: Samimi dindar insanlar ve Cumhuriyet değerlerine bağlı samimi Atatürkçü insanlar. Bu kesimdeki insanlar dürüstler, yolsuzluk yapmıyorlar, kuyrukta beklemesini biliyorlar, makul bir muhafazakarlığa ve milliyetçi değerlere sahipler, kutuplaşmadan hoşlanmıyorlar, birbirlerine karşı saygıda kusurda bulunmuyorlar.

    Bugüne kadar tanıdığım ve sevemediğim insanlar ise genellikle şu kesimlerden çıkmıştır: Dinci dindarlar, aşırı Türk veya Kürt milliyetçileri, küreselci liberaller, sağ veya sol anarşistler.

    Siyasi kamplaşmaların dindarlık, milliyetçilik veya çağdaşlık üzerinden yapılması siyasi istikrarsızlığa neden oluyor. Bu durumda enaz üç ana akımda oylar bölündüğü için siyasi istikrar sağlanamıyor. Diğer yandan her üç kamptaki dürüst insanlar gereksiz yere birbirinin hasmı durumuna düşüyor. Dürüstlükler üçe bölününce ahlaksızlara gün doğuyor. Ahlaksızlar hangi partide olursa olsun birbirlerini kollamasını biliyor, gerekirse bir parsa da ötekine atılıp sus payı veriliyor.

    Dürüst veya en azından ahlaksız olmayan insanlarımızın bu temel gerçeği artık görmesi gerekiyor. Pekala dürüst ve akıllı-becerikli insanlarımız var ve siyasi liderleri-kadroları bunların içinden seçebiliriz. Tek parti olamayacağına göre, bu nitelikteki siyasetçilerimizi aralarında pek de fark olmayacak şekilde merkez sağ ve merkez solda toplanmaya teşvik etmeliyiz.

    • Elbette ki ne tür insanları sevip sevmediğiniz konusunda itiraz edilmez bir özgürlüğe sahipsiniz, Fatih Bey. Ama, o “memkeketimden sevilesi insan manzaraları”ndan bir siyaset çözümlemesi çıkarmakla da yetinmeyip ortaya bir siyaset önerisi de koyarsanız, okurlarınızdan en azından bazıları, o övgüyle sözünü ettiğiniz “samimi dindar insanlar” ile “Cumhuriyet değerlerine bağlı samimi Atatürkçü insanlar” kategorilerinin, metninizin en sonundaki siyasal önerinize meze yapılıp yapılmadığını da sorgulama ihtiyacı hissederler.

      Kuşkumun yersizliği veya yerindeliği açığa çıksın diye sorma ihtiyacı duyuyorum:

      (1) Sayin Mim’in bir yorumu altına girdiğim metinde de dikkati çektiğim gibi, Anayasa Mahkemesi, askeri darbe ile iktidarı ele geçirmiş cuntacı subayların peydahlamış oldukları bir anayasa ile kurulmuş bir kurum olup, bugüne kadar, yine bu ülkenin kanunlarına göre kurulmuş toplam 28 siyasal partiyi kapatmıştır.

      Sözünü ettiğiniz “dürüst ve akıllı-becerikli insanlarımız” bu kurum hakkında ne düşünmeli, ne söylemelidirler ki, “kuyrukta beklemesini bilmenin” yanısıra, ikinci bir övgü ve teveccühü de hak etsinler?

      Şöyle yazmışsınız:

      “Siyasi kamplaşmaların dindarlık, milliyetçilik veya çağdaşlık üzerinden yapılması siyasi istikrarsızlığa neden oluyor. Bu durumda enaz üç ana akımda oylar bölündüğü için siyasi istikrar sağlanamıyor.”

      (2) Sözünü ettiğiniz siyasi kamplaşma ne zaman ve niye başlamıştır?

      (3) Siyaset, tarihsel olarak yüzyılları aşarak bugüne gelmiş (ve yarına da sarkacak olan) dinsel, kültürel, etnik, dilsel toplumsal aktörlere dönüp “Gelin tanımını benim yapacağım, ‘aranızda pek de fark olmayacak şekilde biri merkez sağ, diğeri merkez sol iki partide toplaşın” çağrısı yapıp bunun olabilirliğine inanarak başkalarını da buna indandırma işi değil.

      Siyaset, bütün bu var olmuş ve var olmaya devam edecek aidiyletlerin, sizin ya da başka birilerinin “makul ve akıllı” tanımınızı kabul etmek zorunda kalmadan, birlikte ve işbirliği içinde yaşayıp ortak bir kader birliği yapmaları (gerçek “toplum olma” hali) konusunda gerçeğe basan öneriler sunma işi olmalı.

      Karikatürize edersek, bir yemek yapmak istiyorsunuz, ama, o yemeğe girecek domatesin domatesten başka bir şey, biberin biber olmaktan başka bir şey, patlıcanın patlıcan olmaktan başka bir şey olmasını talep ediyorsunuz.

      Meselemiz, siyasetçileri sizin söylediğiniz gibi “aralarında pek de fark olmayacak şekilde” ne idüğü belirsiz bir “merkez sağ”, yine ne üdüğü belirsiz bir “merkez sol”da toplayıp “Hadi şimdi hep birlikte sofraya oturalım arkadaşlar!” deme meselesi değil.

      1923’de denendi sizin “Aş dediğin böyle olur” diye servis edilen yemek.

      Maalesef olmuyor.

      Domates yemeğe domates tadı katmak istiyor. Patlıcanın arzusu da bu. Biber de aynı talebi dillendiriyor.

      Yapacak bir şey yok.

      Bunları, bizim paşa gönlümüzü memnun edip sevindirsinler diye ‘bildiğin domates’, ‘bildiğin patlıcan’ falan olmaktan çıkmaya -ama tatlı dille, ama sopa ile- razı etmek nafile çaba.

      Öyleyse, müşterek ve gerçek bir demokratik rejim kurup bunda uzlaşarak, toplumsal barışımızı ve birliğimizi bunun üzerine inşa ederek yürümeliyiz yarınlara.

      Bunun yolu da sivil bir anayasadan, siyasetin vesayetten kurtarılmasından, özgürlükçü bir zihniyetten geçiyor. . .

      • Ben en azından milletin karnını doyuracak bir yemek tarifi yapmaya çalışıyorum. Siz ise öyle bir yemek yapalım ki içinde herkesi memnun edecek şeyler olsun diyorsunuz. Ama kiminin beğendiğini başkası beğenmeyecek. Çözüm olarak herkese özel yemek çıkartalım mı diyorsunuz?

        • Öyle demediğim açık değil mi? Domatese, bibere, patlıcan ve soğana ilişip, “Hadi şimdi hep birlikte Rasattepe Çileği oluyorsunuz” demekten artık (yani bir asır sonra) vaz geçelim, eldeki malzemeden de pekala makul bir yemek çıkar diyorum.

          Geçerken şunu da söylemiş olayım: Ahçı yamaklarından birine Conk Bayırı oklavasından gına geldi. Adama gidip zorla kendi aş evini açtıracaksınız bu inatla devam ederseniz 🙂

          • Ben Mustafa Kemal Atatürk’ü, modern dinci kıvamındaki yarım aydın Atatürkçülere bakarak değerlendirmiyorum. Ben de sağda solda bazı kişilere-gruplara tepki gösteriyorum fakat düşüncelerimi bu tepkiler üzerinden oluşturmuyorum.

    • Sevmediğimiz kişileri asıp kesip yokedemeyiz, hakkımızda yok gücümüzde zaten.
      Yanlış yola sapmışları, başkaları tarafından kandırılmış, yada satın alınmış vatandaşları mızı orta yola doğru çekebiliriz pekala.
      Nasıl dersek: tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir der işimize bakarak olabilir. Gerisini güvenlik kurumlarımız halleder zaten. Yeterki iyiniyet olsun.
      Derviş misali (yada Meksika köylüsünün heybesi gibi hayal ederim ben ) heybeyi asarsın boynuna atarsın omzuna,
      Sarı heybeli adamın heybesine:
      Karpuz kavun biraz yeşillik domates peynir ekmeği heybenin ön gözüne,
      Biber patlıcan patates beyaz soğan meyveleri arka göze.
      Mavi heybeli adamın heybesine:
      bunlardan mor soğan, mor havuç, mor pancardan bol bol koyarak bir potporide karşısına çıkarırsın.
      İste siyasi rekabet te, doğrusu da budır.
      Sen dincisin, ben dindar, sen terorstsin ben vatansever, ben bu ülkenin sahibiyim sen değil, sen kadınsın ben erkek, sen hırsızsın ben dürüst! değil..

  9. Sayın Koru!
    Türkiye’de 50 yıl gazetecilik, yazarlık yapacaksınız ve hakkınızda bir elin parmaklarını geçmeyecek dava açılacak.
    Bunda bir gariplik yok mu?
    Hakkınızda birkaç avukatı idare edecek dava olması gerekmiyor mu?
    Bundan suya-sabuna daokunmadığınız sonucu çıkmaz mı?
    Sorularım espiri için.
    Suya-sabuna usulünce de dokunulabileceğinin örneğini sergiliyorsunuz.
    AYM olayına tekrar gelince, açık Hukuksuzluk ve AYMnin itibarının ayaklar altına alındığı birçok olayda, AYM kurumsal olarak tepki göstermediği için hadise bir yerde patlayacaktı ve patladı.
    Öncelikle AYM başkanının bu tepkisiz tutumu sorgulanmalı.
    Hakime hanım olayına gelince.Öncelikle merhumeye Allah’tan rahmet diliyorum. Ülkemizdeki hakim- savcı profili maalesef Medeni fesaretten yoksun tiplerden oluşuyor.
    Tamam fikirlerini ulu-orta serdetmesinler.
    Yargıtay-Danıştayın kararlarını bozmaları halinde hakimlerin önceki kararlarında direnme(ısrar) yetkileri var. Kararları bozulduğunda Yargıtay-Danıştay kararı için genelde ilk tepkileri “böyle karar mı olur” şeklide olmasına rağmen önceki kararlarında direnemezler.Daha doğrusu ömründe bir tane bile direnme kararı vermeden emekli olmuş “yüzlerce” hakim olan bir ülke burası. Ömründe bir kez bile AYMye yasa iptal davası açmadan emekli olmuş ” binlerce” hakim olan bir ülke burası.

  10. Sorun aslında yargının araçsallaştırılması. Siyaset daima kendi önünü açan, verdiği hukuka aykırı kararları onaylayan, rakiplerini kriminalize edip ortadan kaldıran bir yargı oluşması peşinde koşar. Yüzde birin altında bir oyu aşamamış bir parti başkanımızın veciz ifadesi ile “yargıyı siyasetin köpeği” haline getirmek ister. Vicdanı ile cüzdanı arasında sıkışanlara siyasetçi yardımcı olur ve cüzdanından yana tavır almasını sağlar.

    • Oyunun kuralları daha en başından itibaren dile getirmiş olduğunuz şekilde kurulup yazılmış. Bereket versin, “Yargı siyasetin köpeği olarak kalsın” diyen partinin dünya siyaset tarihine “Oha! Ulen bu ne!” şaşkınlığı ile geçen bir biricikliği var: İktidar partisinın oyları azalırken kendi oyları da azalan bir muhalefet partisi bu! 🙂

  11. Üstat hukuk önemli adalet daha önemli, adaletsiz bir dünya hiç hoş olmaz. Yalnız hukukun da bir sınırı var. Örneğin Türkiye de hukuk siyasetin üstüne çıktığı zaman orada yanlış oluyor. Defalarca Türkiye de bu görüldü. Hukuk bireyler arasında her zaman olmalı Devletin de kendine göre bir hukuku olmalı, yalnız fikir ve siyaset özgür olmalı bunların hakimi millet olmalı, başkasına fiili zarar vermeyen bir fikir her zaman söylenebilmeli. Yalnız bizim ülkemiz de milletten yüzde kırk elli oy almış hatta yüzde bir bile alsın bunlar fikirlerini özgürce söyleyebilmeli ama bizim ülkemizde maalasef devletin sahibi kendisi sanan bu vatanı kendi koruyor zanneden, kendini devletin bekçisi zanneden ömrünü devletin sırça köşklerinde geçiren, ömründe bir domates bile üretmeyen , biri yeni bir fikir ürettiği zaman ona karşı çıkan bir zihniyet var Türkiye de. Bunlar da yüksek dereceli memur mu desem bürokrat mı desem ne derseniz deyin. Bunlar yıllardır Türkiye’yi bir karıştırırlar. Bence siyasetin üstüne ve meclisin üzerine kimse çıkamamalı, her zaman son kararı meclis vermeli. HERKESE SAYGILAR

    • Geçen gün de benzer bir yorum yazmıştınız ve eleştirmiştim. Mahkemeler de yüksek yargı da TBMM’nin yaptığı kanunlara göre karar veriyorlar. Yani meclisin üstünde değiller. Anayasa Mahkemesi de halkoylaması ile kabul edilen Anayasa’ya göre karar veriyor. Sizin eleştirmeniz gereken yaptığı kanunlara uymayan siyasetçiler olmalıdır.
      İktidar sözcüleri ve havuz medyası yanlış bilgiler vererek konuyu çarpıtıyor.

      • Mim kardeşim, gerçekten çok çok güzel ve son derece mantıklı bir cevap vermişsiniz , teşekkür ederim. Ben de izninizle bir görüşümü ilave ederek katkıda bulunmak istiyorum .Bahri Bey kardeşimiz : ” Siyasetin ve meclisin üstüne hiç kimse çıkmamalı ve son kararı meclis vermeli ” diyor ; iyi de o siyaset ve o meclis bizde var mı ! Olmadığı için zaten üstüne çıkmaya çalışıyorlar .Geçmişte 367 hokkabazlığıyla meclisi kilitleyen, 12 Eylül öncesi 6 ay ve 124 birleşimde bir cumhurbaşkanını seçemeyen meclis değil miydi ! Tabii o 367 hokkabazlığına AYM de dahil olmuştu , onu da unutmayalım ! Mesele dürüstlük , samimiyet , gerçekçilik, iyiniyet yani tek kelimeyle FA-Zİ-LET tir değerli arkadaşlarım ! Herkese selam ve saygılar sunarım.

      • Bu şahane, adeta her eve lazım resminizin tam göbeğinde iri bir ketçap lekesi var, sayın Mim. Ona işaret etmek de bana düşsün.

        (1) Bugün kendisine “Anayasa Mahkemesi” dediğimiz şey şey şudur: 27 Mayıs 1960’da, kendisine “Milli Birlik Komitesi” adını veren bir gurup cuntacı subay, askeri darbe yapıp ülke yönetimini ele geçirdiler. Bunların bildirisini radyodan cuntacı albay Alparslan Türkeş okudu. Bunlar bir anayasa yazdılar. Peydahladıkları Anayasa Mahkemesi denilen mahkemenin kuruluşunu, görev ve yetkilerini, çalışma usullerini, yargılama esaslarını falan filan bu darbe anayasasının 145. ila 152. maddeleriyle düzenlediler.

        (2) Ballandırarak anlattığınız yürürlükteki anayasamız da cuntacı subayların paydahlamış oldukları bir anayasadır.

        (3) Bu mahkeme, varolduğu bütün zaman dilimi boyunca, köküne kadar siyasallaşmıştır. Vesayetin amiral gemisidir. “Oy kazanıp iktidar olacağız diye debelenip karda kışta, yakıcı güneş altında dolanıp durmaya ne gerek var ki, elimizde bir Anayasa Mahkemesi var” diyen vesayetçi partinin birinci adresinin parti genel merkezi, ikincisinin ise Anayasa Mahkemesi olması rastlantı değildir.

        (3) Sizin gibi aklı ve ruhu 1923’e takılıp kalmış arkadaşların militarist zihniyetinden demokrasi ve demokratlık çıkamayacağının çok kısa fakat anlamlı bir göstergesi de, işte bu iri ketçap lekeli harikulade resimdir.

        • Devletin her müdahalesinin yanlış olduğu varsayımı bir takıntı olmuş sizde. Genelleme yapmayıp olay bazında düşünün derim. 1957-1960 arası DP faşizan bir yönetim uygulamıştı, Anayasaya uymuyordu fakat Meclis çoğunluğu ellerinde olduğu için birşey yapılamamıştı. Anayasa Mahkemesi bu tecrübeden yola çıkılarak kuruldu ve gelişmiş demokrasiler örnek alındı. Ayrıca sizin beğenmediğiniz vesayetçiler oldukça demokratik 1961 Anayasasını yaptı!

          • Sayın Mim
            1960 askeri darbesinin ana nedenin yukarıda yazdıklarınız olduğuna gerçekten inanıyormusunuz?

      • Sayın mim bey ben tartışmayı fazla sevmem ama size ve bazı arkadaslara cevap verme geregi duydum.önce bu ülkede birbirimize güvenmeyi ve saygı duymayı öğrenelim.o şucu, o gelirse şöyle olur, o yapamaz ona güvenilmez demeyi bi bırakalım ve birbirimize güvenelim.Hepimiz bu ülkenin insanlarıyız.18 yıldır beri bir parti iktidarda, bu çok basarılı oldugu için mi ?Bence hayır.Rakibi başarısız oldugu için iktidarda.Yakın tarihimizden birkaç örnek vereceğim. Rahmetli Erbakan ın partisi kaç sefer kapatıldı? Askerler ve o gün kü çok iyi hukukçu denenler alanında çok iyi yetişmiş denenler adama ayar vermeye kalktılar.Bugün hocanın mirasından kaç tane parti kuruldu ve iktidara geldi haberiniz var mı? o ayar verenlerin ismini ben bile unuttum. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde 367 ucubesini ortaya atıp da kendini yargıcım zanneden o zaman ki meclisten kaçıp ta kendini siyasetçiyim zanneden, iktidarda ki yüzde 40 ın üzerinde oy alan partiyi kapatmaya çalışan zihniyeti kastediyorum.Bak son yerel seçimde İstanbul da sayın imamoğlu çok güzel bir dil kullandı:engin bir üslup .Ankara da da aynısı yapıldı. Ve seçimi kazandılar.Ve güzel de oldu.Kimse bulunmaz hint kumaşı değil. Yok şu kurum önemli yok şu kişi önemli herkes insandır,yanlış da yapabilir.Yanlış yapanda karşılığını alır bu milletten.Perdenin arkasına gittiğin zaman,vicdanıyla baş başa kaldığı zaman mutlaka haklının yanında oluyor.HERKESE SAYGILAR

Yoruma kapalı.