Arjantin ekonomisi durma noktasına gelmiş, haberiniz var mıydı?

38
Eva (Evita) ve Juan Peron..
Reklam

Uluslararası Para Fonu (IMF) dünya ekonomisini ve tek tek ülkelerin ekonomik durumlarını en yakından izleyen kurumlardan. Her yıl 9 ayrı dilde yayımladığı (aralarında Türkçe yok) World Economic Outlook (WEO, Dünyanın Ekonomik Görüntüsü) raporu ülkeler için bir röntgen gibi. Ara sıra da devreye girip dünya ekonomisinin güncel görüntüsüyle ilgili uyarılar da yapıyor IMF. Ben IMF’nin bilgilendirdiği gazetecilerdenim ve her açıklaması bana da ulaşıyor.

Yakın zamanlara kadar ayda bir-ikiyi geçmeyen IMF bildirimleri şu günlerde günde beş-altıya ulaştı. Bunun sebebi korona salgını olabilir, çünkü salgının etkilemediği hiçbir ülke ve hiçbir sektör yok. Ancak bir yıl önce IMF direktörlüğüne getirilen Bulgar ekonomist Kristalina Georgieva’nın fark edilmek istemesinin de açıklama sıklığında rolü olabilir.

IMF bu hafta Latin Amerika ülkesi Arjantin’le ilgili alarm zilleri çaldırdı. Anlaşılan Arjantin IMF’den 2018 yılında aldığı krediyi ödeyemeyecek duruma gelmiş. 

WSJ haberi

Georgieva’nın uyarısından haberim olduğu gün, yani dün (16 Ekim 2020), Wall Street Journal (WSJ) gazetesi Arjantin ekonomisinin durumuna ışık tutan bir haber-değerlendirme yayımladı. Haberin başlığı şu: “Dolardan yoksunluk Arjantin’i tehlikeye düşürüyor.”

Arjantin bir zamanlar başarı öyküsüydü. Halen bölgesinin üçüncü büyük ekonomisine sahip bir ülke. Bir süreden beri şahıs kültüne dayalı bir ideolojiye sıkı sıkıya bağlı bir parti ve onun çıkardığı başkan –Alberto Fernandez– tarafından yönetiliyor.

İktidarda arada askeri müdahalelerle kesilmiş olsa da ülkeyi 1940’lardan 1970’lere kadar yönetmiş Juan Peron’un izinden gittiği iddiasına sahip bir parti var. Bolluk vaat ederek iktidara geldiği için yapılmaması gereken yanlış adımlar atmak zorunda kaldığı anlaşılıyor Fernandez’in. Sonuç WSJ haberinin başlığına yansıttığı gibi: 70 sente muhtaç bir ülke haline gelmiş Arjantin.

Aklına hemen ülkemiz gelecekleri uyarayım: Sorunlardan bir bölümü benzese de Türkiye ekonomisi Arjantin ile mukayese edilemeyecek kadar büyük. Haberde kullanılan göstergeler bile oradaki sorunun daha farklı yönleri de olduğuna işaret ediyor.

Tabloya yakından bakıldığında

Reklam

Dolarlar çabucak çarçur edilmiş görünüyor. Güven kaybolduğu için Arjantin vatandaşları tasarruflarını kendi milli paralarına değil dolara sabitlemişler. Dolarizasyonun önüne geçmek için alınan tedbirler işe yaramamış; pesosun değeri düştükçe düşmüş. Resmi kurda 1 dolar 82 pesos, fakat karaborsada Ağustos ayında bu rakam 130 pesos imiş. Haberin yazıldığı gün ise karaborsada dolar 167 pesostan işlem görmekteymiş.

Çarkı döndürmek için çare milli para basımında bulunmuş. Arjantinlilerde gıcır gıcır paralar var, fakat ithalat bıçakla kesilircesine durduğu için o paralarla alabilecekleri şeyler sınırlı.

Ülkenin yabancı para rezervi Ağustos’ta 6 milyar dolara inmiş; bugün bu rakam da 1.6 milyar dolar kadarmış. Hazinenin kasası resmen boşalmış sizin anlayacağınız. 

Ekonomi kötü olduğu ve yönetime güven kalktığı için yabancı yatırımcı da ortalıktan çekilmiş.

Hazinede dolar kalmadığından ithalat bütünüyle durmuş; pek çok alanda yerli üretim bulunmadığı veya ithal ham madde alınamadığından üretim yapılamadığı için en temel ihtiyaç maddeleri bile raflardan çekilmiş.

WSJ’ya göre, hükümetin vatandaşların dolar hesaplarının boşalmaması için getirdiği tedbirler de ters tepmekteymiş. Bankalardaki kendi dolar hesaplarından para çekmek isteyenlere yüzde 35 vergi getirilmiş. Ayrıca dolar çekmek, kendi hesabından bile olsa, ayda 200 dolarla sınırlandırılmış. 

Karanlık tablo böyle olunca halkın arasında ekonominin geleceğiyle ilgili kötü senaryolar yayılmaya başlamış. Akla endişe verici şeyler getirebileceği için o kötü senaryoları buraya yansıtmayacağım. Ancak parası olanları bile telaşa düşürecek cinsten dedikodularla ülkenin ekonomisi daha da sarsılma sürecine girmiş.

Öyle anlaşılıyor ki, Arjantin bugün en kötü senaryoların bile gündeme gelebileceği bir ekonomik durumda.

Reklam

Ekonomi kötü, vatandaş şaşkın, şaşkın vatandaş ekonominin daha da kötüye gidebileceğine dair senaryolar üretiyor, üretilen dedikodular ekonomiyi daha da olumsuz ekliyor ve olmayacak şeyler bile olur hale geliyor.

Ne olacak şimdi?

Arjantin’de durum bu.

Lübnan’da da benzer bir durum var. Orada da para pula dönmüş durumda, ayrıca siyasi bir kriz de ona eşlik ediyor ve sorunlar çözümden giderek uzaklaşıyor.

Her iki ülke de sıkıntılarından kurtulmak için IMF’nin kapısındalar.

Bn. Georgieva’nın başında olduğu ve böyle ortamlar için hazırda bekleyen IMF para musluğunu açarak dolar sıkıntısını sona erdirebilir, fakat buna karşılık talep edeceği sıkı tedbirler ülkelerin vatandaşlarını sisteme tepki verecek hale getirebilir. 

İktidarlar ekonomik sıkıntıya muhatap ülkelerde bu sebeple ne yapacağını bilmez haldeler. Kendi başlarına sorunun altından kalkamıyorlar, bu da vatandaşları kötü etkiliyor ve tepkilerine yol açıyor; buna karşılık IMF’ye gidip borçlansalar aldıkları dolarlarla günlük ihtiyaçları görebilecek hale gelebilirler, ancak IMF kemer sıkma tedbirleri isteyeceği için vatandaşları daha fazla öfkelendirme ihtimali var.

Eskiden böyle ortamlarda askerlerden endişe edilirdi, Latin Amerika’da da darbe tehlikesi ortadan kalktı; bu bakımdan sivil yönetimler kendi ürettikleri sorunlara kendileri çare bulmak zorundalar.

Nasıl bir çare? Hangi seçeceği tercih etmeliler?

Arjantin’in işi zor görünüyor.

IMF’nin sıklaştırdığı basın açıklamalarını Arjantin’de neler olduğunu öğrenmek için sizin adınıza daha yakından takip edeceğim.

ΩΩΩΩ

Reklam

38 YORUMLAR

  1. Kirchner Baskan yardimcisi olmustu ondandir. Parati calip kendi sirketlerine altarmada ustadirlar Venezuela ya olan borclarini bile ödemediler Chávez uluslararasi kurumlarda Venezuellanin ve vefati sonrasinda Maduro nun desteklenmesi karsiligind aaffetti Kubaninkinide. Bu arada Arjantindeki duzensizlik Siliyi önce negatif sonra pozitif etkiler Silili tuccarlar ve Büyük aileler ayni sekilde devleti krizleri firsata cevirmeyi biliyorlar Latín Amerikanin parlayan yildizi olmaya devam edecektir(adamlar çok uyanik) Gitmediyseniz gidin Fehmi Bey Bana hak vereceksiniz.

  2. İki uzun metinle, Fatih Bey’in “gelişme ve kalkınma” teorisinin altından girip üstünden çıktım. 🙂 Üçüncü bir metinde, M. Kemal Cumhuriyeti ile Kemalist doktrinin altından girip üstünden çıkacağım. Arzu eden bütün Atatürkçü arkadaşları karşı argümanlarla yanıt vermeye çağırıyorum.

    • Oyuncak zaferler bunlar sn.bernar; ahı gitmiş vahı kalmış eski türkiyenin artıklarına gücün yetiyor anca; seninkisi fakir eğlencesi!

      • İş, askeri darbeler olunca, “Genelleme yapıp bunlara kafadan karşı çıkmayalım, bunları ‘olay bazlı’ değerlendirelim.” diyorsunuz. Ama, şu güzel kardeşiniz için de bir ‘olay bazlı değerlendirme’ yaparak yardımına koşmuyorsunuz. İnsan bir el uzatıp altına girdiğim yerden çekip çıkarmaz mı? Ne bu şiddet bu celal? Hani sıkışıp kaldığım yerde ölüp gitsem, durumu ‘olay bazlı’ değerlendirecek, “Bir liboş daha eksildi” diye sevineceksiniz sanki 🙂

  3. Yıllar öncesine götürebilme marifeti de var hikayelerin, masalların olduğu gibi köşeyazıları ve yazanın emeğiyle.
    Yıllar önce Eva peronu tanıdım bir müzikalde.
    Otobüs peronu değil bilesiz, kadının adını ilk orada gördüm, şalvar davasından öte..
    Halkına umut vadeden yöneticileri arar dururum hep o günden beri, lakin nafile.
    Arcantine bakmadan, Lübnan gibi olmadan imf’den borçlanmadan kervan düzülürmü bilemem,
    Eğer biz aklımızı başımıza devşirmez, birbirimizi o öcü bu hayin, öteki şeytan beriki yılan diye ötekilestirmeye devam edersek,
    Varacağımız yer japonyanın değil, esedin saddamın gittiği yer olur.
    Bir an önce yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür, ve bir orman gibi kardeşçesine yi öğrenmek zorundayız.
    Yoksa bizimle kedi fare gibi bir egede bir akdenizde, yetmedi mezopotamya da oda yetmedi kafkaslarda,
    Orda burada balkanlarda, oynar dururlar. Ve kefere en sonunda;
    öyle bir oyun yaparlar ki, beğenmediğin lozan montrö yü bayram ilan ettirirler sana.

  4. Gelişmiş ülkelerin tamamı krallık/monarşi dönemlerinde bilimsel gelişmelerini başarmış ve sanayi devrimlerini yapmışlardır. Bu ülkeler 1920’lerde cumhuriyet rejimlerine geçtiklerinde siyasal ve ekonomik rejimleri de oturmuş ve kökleşmiş durumdaydı. K.Marx, F.Engels ve V.I.Lenin gibi düşünür ve siyasetçilerin dolaylı katkıları ile ekonomide tesis edilen sosyal demokrasi rejimi de belirli bir sosyal ve siyasal uzlaşmayı getirmiştir. Buna göre gelişmiş ülkelerde neyin yapılacağı bellidir, nasıl yapılacağı ise yapılan seçimler ile belirlenen siyasi yöneticilere bırakılır.

    Az gelişmiş ülkeler ise krallık/monarşi dönemlerinde teknik ve sosyal gelişmelerini başaramamışlardır. Fakat dünyaya rol model olan gelişmiş ülkelerden esinlenip çok partili cumhuriyet rejimlerine geçmişlerdir. Ancak gerekli zihinsel altyapı yetersiz olduğu için nelerin yapılması gerektiği belli değildir. Sanılmaktadır ki seçimlerle belirlenen siyasi liderler ve kadroları bunu yapacaktır. Oysa 4-5 yıllık iktidar dönemleri hemen hiçbir temel sorunu belirlemeye ve çözmeye yetmez. Üstelik birçok temel sorunun çözümü orta vadelidir ve 20-30 yıl gerektirir. Yatırım gerektiren sorunlar içinse milli sermaye yetersizdir.

    Bu nedenlerle az gelişmiş ülkelerde siyasi partiler popülist politikalar izlemek zorunda kalır. Verdiği sözleri tutup iktidarını sürdürebilmek için dış borçlanmayı artırır, yabancı sermaye gelsin diye ekonomik tavizler verir, maaşları görece artırır, işsizliği azaltmak için devlet kadrolarını doldurur, v.b. Bunların sonucunda da ekonomi çıkmaza girer. Halk bu sefer muhalefet partisini seçer o da popülist politikalara devam eder. Sonunda ekonomik çöküş siyasi bir çöküşe dönüşüp rejim tehlikeye girdiğinde ordu darbe yapar ve siyasetçilerin yapamadığını geçici bir hükümete yaptırıp sistemi resetler. 2000’li yıllarda küresel ekonomi ve dolarizasyon sürecinde ilave borçlanma imkanları çıktığı için popülist politikaların maksimum dayanma süresi de 10 yıldan 20 yıla çıkmıştır.

    Hiçbir ülke sahip olduğu bilim ve teknolojinin izin verdiği sınırdan daha fazla gelişemez. (Makine üretimin başat ülkesi Almanya aynı zamanda yılda 5 milyar dolarlık peynir ihraç etmektedir. Bu rakam bulunduğu söylenen doğalgaz rezervimizin yıllık getirisinin 2 katıdır!)

    • Özetini verdiğiniz bu “ülkelerin gelişme ve kalkınma kuramı”nın günümüzün akademik dünyasında artık kimsenin dönüp bakmadığı arkaik bir yaklaşım olduğunu söylemek zorundayım. Bugün, akademik dünyada, 1970 ve 80’li yılların Latin Amerika kökenli “az gelişmişlik kuramları”nın bir karikatürü olan bu tür yaklaşımların sergilendiği kitaplar ve makaleler siyaset bilimi okuyan bir üniversite öğrencininin kitaplığından çıktığında, o öğrencinin ağzına biber sürüp fakültenin birinci sınıfına geri gönderiyorlar 🙂

      Hiç abartmıyorum: Bugün, ciddiye alınır hiçbir üniversitede, hiçbir akademisyenin ağzından ve kaleminden artık buna benzer şeyler işitmezsiniz Fatih Bey.

      Üşenmeyecek, bir yazı dizisi olarak, siz “Tamam, ikna oldum” deyinceye kadar, beş ülkenin modern zaman öykülerinden hareketle, size çağdaş ekonomik-toplumsal gelişme modellerinin bize ne anlattıklarını dile getirmeye çalışacağım. En sonunda da, aşağıdakilere çok yakın şeyler söyleyeceğim:

      “İşte bu nedenlerle M. Kemal ve kurucu kadronun Cumhuriyet’i üzerine inşa ettikleri model tepeden tırnağa yanlıştı, ve işte bu nedenle Kemalist doktrin sadece otoriter değil, ekonomik-toplumsal gelişmemizin önünde engel teşkil eden gerici bir doktrindir.”

      İlk ve “Ama bu ülke bir istisna” dışında itiraz olarak iki cümle bile üretemeyeceğiniz dramatik örneğe geçmeden önce, günümüz akademia’sının öne çıkardığı ekonomik-toplumsal gelişme kuramının belirleyici dinamiklerini kısaca alt alta yazayım:

      (1) Piyasa ekonomisinin kurallarının kriter alındığı metodolojik, iyi planlanmış, rasyonel orta-uzun vadeli hedefler belirleme ve siyasal rekabeti bu hedeflerin programlanmış oldukları bir Ulusal Kalkınma Stratejisi’ne dayandırma;

      (2) Bir üst yapı kurumu olarak “ulusal siyaset alanı”nın anılan bu yöntemsel ve stratejik Program’a paralel bir kitle mobilızasyonunu (seferberlik) gerçekleştirme kapasitesi;

      (3) Yukarıdaki maddede sözü geçen ‘kitle mobilizasyonu’ becerisini kötürüm kılacak ülke içi kültürel, etnik, sınıfsal çatışma ve gerilimlerin asgari düzeye indirgenmesi;

      (4) Ulusal burjuvazinin yönetici bürokratik elitten (devletten) özerkleşmesi ve siyasal alana kendi sınıfsal çıkarlarını formüle eden siyasal parti(ler) ve siyasal programlarla katılımı;

      (5) Müfredat programlarından eğitmen kadrosunun yeterliliğine varıncaya kadar, eğitim stratejisinin yukarıdaki Madde 1’de sözünü ettiğim stratejik Ulusal Kalkınma Programı’na adaptasyonu;

      (6) İşlek, sorun çözücü, yaratıcı zihnin serpilip gelişeceği bir özgürlük ortamı

      Bütün bunların, sizin dönüp dolaşıp kendisine geldiğiniz “krallık/monarşi dönemlerinde bilim ve sanayi teknolojileri açısından başarılmış/başarılmamış olanlar” vb. şeklindeki sığ, Latin Amerikan merkezli Marksist akademik “azgelişmişlik kuramları” ile ilintisiz oldukları yeterince açık olmalı.

      Çağdaş kuramın temel önermesini tek bir cümleye sığdırarak, meselenin bu “girizgah” kısmını tamamlayıp ilk örneğime geçmek istiyorum. (Bunu, ayrı bir metinde yapacağım.) O önerme de şu:

      Kalkınma ve gelişme, bir zihniyet, stratejik planlama ve kitle mobilizasyonu meselesidir.

      • Sn.bernar, bakıyorum ve beni şaşırtıyorsun; şunca yıllık hukukumuz var şöyle iki cümle de bize yazılmadın; bu fkt takozu şu yazdıklarından bişey anlamaz benden söylemesi; ahlak fukarası olmasan biraz okumuşluğun var yine de demek ki…

      • Bahsettiğiniz ‘Ulusal Kalkınma Stratejisi’ni kimler hazırlayacak.
        Üst akıl mı? 🙂

    • Güney Kore, Türkiye’den farklı olarak, bir imparatorluk geçmişine sahip olmadığı gibi, sömürge statüsünden en geç çıkmış ülkeler arasındadır. Biz, Osmanlı Imparatorluğu olarak uzun bir tarihsel geçmişe, devlet (hatta imparatorluk) yönetme deneyim ve geleneğine, iyi kötü bir sanayiye, vs. sahip iken, 18. yüzyıla gelininceye kadar, Asya’nın dış dünyaya en kapalı, hanedanlıklarla yönetilmiş, minyatür bir tarım devletleri birliği olan (Güney) Kore, 20. yüzyılın başında (1905) Japon işgaline uğramış, 1915 yılında Japon topraklarına katılmıştır.

      (Güney) Kore, 1915’deki Japon istilasından sonra, 35 yıl boyunca sömürge statüsünde var olmuş bir memlekettir (“ülke” olarak yazmak bile zor ve yanıltıcı).

      Sömürge olarak var olabildiği o 35 yıl boyunca, Japonlar Korelileri tarihte benzeri az görülmüş bir baskı altında tutmuşlar, Japonlar bunların dilini ve kültürünü ortadan kaldırmak için elden ne zulüm geliyorsa sergilemişlerdir.

      İkinci Dünya Savaşı yıllarında, Koreli erkekler Japon ordusunda ön cephede savaştırılmış, yüzbinlerce Koreli kadın, ünlü ‘rahatlatıcı kadın’ sıfatı ile, Japon askerlerinin seks kölesi olarak Japon ordusuna ‘hizmet’ ettirilmişlerdir.

      1945 yılında Japonya savaştan yenik çıkınca, Kore, birisi Amerikan, diğeri Sovyetler Birliği olan iki küresel aktörün nüfuz rekabeti alanı olmuştur. Nihayet iç savaş patlak vermiş, Yarımada, Sovyet-Çin desteğindeki parçanın 1950 yılında “Kuzey Koreé olarak bağımsızlığını ilan etmesiyle birlikte iki ayrı ülkeye bölünmüştür. (Evet, bizim de NATO’ya girme hesabıyla asker gönderdiğimiz Kore Savaşı o süreçtir.)

      Peki, bugün “Güney Kore” dediğimiz, yaklaşık 51 milyonluk bir nüfusa sahip (nüfusun yarısı, yani 25 milyonu başkent Seul’de yaşıyor) bu ülke nedir, nasıl bir ülkedir?

      (1) Asya kıtasının Çin ve Japonya’nın hemen ardından 3., dünyanın ise en büyük 10. ekonomisidir.

      (2) Dünyanın 5. en büyük ihracat ülkesidir.

      (3) Kişi başına düşen ulusal gelir, yıllık 34.100 Amerikan dolarıdır (Türkiye’nin 4 katından daha büyük).

      (4) Nüfusun yüzde 92’si daimi Internet erişimine sahiptir ve dünyanın en hızlı Intermet bağlantısının, dünyanın en hızlı demiryolu ağının olduğu ülkedir.

      (5) 2014-2019 yılları arasında, ard arda 6 kez, Bloomberg Innovation Index (Bllomberg Yenilik Endeksi)’te “dünyanın en yenilkçi (innovative) ülkesi konumuna sahip olmuştur.

      (6) Tüm Asya ülkeleri arasında “en ileri demokrasi ülkesi” Güney Kore’dir. Yine, basın özgürlüğü endeksinde tüm Asya ülkeleri arasında birinci sıradadır.

      Devam etmeli miyim, Fatih Bey? Yoksa, bu örmek tek başına yeterince açıklayıcı mı?

      • Sn.bernar, yalnız kore ordusundaki uzun mesai saatlerini ve vahşi çalışma koşullarını atlamayın derim, ayrıca yaşlı/emeklilerine reva gördükleri şehirdışına sürgün muamelesi de pek öyle insani bi gelişmişlik göstergesi sayılmaz hani… ama yine de putperest bir toplumun kalkınmışlık örneği olarak g.kore, sadece hristiyan beyaz adamın gelişmiş olduğunu savlayabilen kimilerine iyi bir kapaktır tabii… gerçi korede katolik de vardır ama neyse; o kadar kusur herkeste var!

      • Mustafa Kemal Türkiye’de becerememiş ama bak Güney Kore nasıl başarmış demeye getiriyorsunuz ve komik duruma düşüyorsunuz. Kore savaşından sonra ABD kapitalizmin komünizmden üstün olduğunu göstermek için Güney Kore’yi (ve Japonya’yı) destekledi. Öyle ki Güney Kore’de yerel şamanizmler dahil çeşitli dini inançlar var fakat en büyüğü (Protestan) Hristiyanlık. Türkiye Hristiyan olsa bizi de desteklerler. Fakat Mustafa Kemal bütün misyoner okullarını kapatmış. Biraz daha dersinizi çalışın. 🙂

        • Önceleri de söyledim, Youtube’a yüklenen, ekonomi, erken seçim gibi siyaset başlığı konuları ele alan sokak ropörtajlarının iflah olmaz takipçisiyim. Hem kim iktidarı niye destekliyor, kim iktidara neden karşı diye öğrenmek için, hem de insanların zihinlerinin nasıl çalıştığına ilişkin bir merak dolayısıyla, oturup izliyorum bunları. Hzılıca bu videoların altına girilen yorumlara da göz atıyorum bazan yeni ve orijinal bir espiri patlatmış olan var mı diye. Zaman zaman hayli kaliteli olanlarına rast gelmek mümükün. “7:20’deki kırmızı tişörtlü abimiz ne içiyor, çok merak ettim, ben de aynısından istiyorum” diyor biri -“Ekonomimiz çok iyi” gibi şeyleri sıralamış olan bir yandaşa referansla. Bir diğeri, “Videonun sonundaki dayıyı dinlerken zihnim yandı” diyor vb. Önerdiğiniz üzere, ben biraz daha dersimi çalışmaya hazırım. Fakat, ders kitaplarımı siz önerin lutfen. Neyse size bu cümleleri yazdırmış olan ders kitapları, ben de onlardan istiyorum 🙂

  5. Değerli arkadaşlar, hepiniz kendinize göre bir şeyler yazmışsınız yalnız bir yeri eksik kalmış diye düşünüyorum: üstat arjantin ekonomisini yazmış yalnız arjantin ekonomisinin neden bu hale geldiğini belli etmemiş.Sizde bunu sorsaydınız,ama ben sorayım; her şeyi bilen üstat mutlaka arjantin ekonomisinin de neden bu hale geldiğine dair bir fikri vardır. Bir de onu yazsa da öğrensek. HERKESE SAYGILAR

  6. Yerel Mahkemenin direnme kararı üzerine sert bir açıklama hazırlamak için Anayasa Mahkemesi’nde toplantı yapılacağı o gün saat 17.00’de belli olmuştu. Engin Yıldırım ise bildiğiniz üzere saat 20.00’den sonra tweet atmıştı. Yani, AYM’nin hükûmeti yerden yere vuracak açıklamasının hazırlanmasından heyecanlara kapılmıştı ve içindeki troll’ü tutamayarak o paylaşımı yapmıştı.
    Geçmişte de pek çok arızası bulunan, kız kardeşi FETÖ’den yargılanan, Süleyman Soylu ile bisiklet polemiğine giren bir isim Engin Yıldırım.
    O gün mutluluktan kendinden taşarak o paylaşımı yapan Engin Yıldırım, “Işıklar yanıyor” lafının ne anlama geldiğini çok iyi bilecek ehliyete sahip.

  7. Oruç reis bir daha açılamaz demişti bir algı üfürükçüsü
    Oruç reis Açılınca gömdüğünüz s400 leri bulacak diye yeni bir üfürük geldi nede olsa gömdünğz bir daha kullanamazsınız diye
    reis bunu duyar duymaz. S400 leri denemeye başlamış
    Uzaklardan kulaklarına üflenen bir sürü gereksiz bilgiler eşliğinde algı operatörü üfürükçülerine duyurulur. Bütün emperyal ağa babalarınızı ezip geçen reise bin kez teşekkür
    ABD nin bütün tehditlerine boyun eğmeden yürüyor Üfürükçülerde beyaz efendilerin dilinden Yeniden alt üst olmakla üfürüyor
    Güzel oluyor üfğrün serinlik oluyor hemde şu anayasa hakimi gibi boşbağaZ üfürükçüler kulaklarına üflenen taktikleri faş ediyor

  8. Ne zaman ekonomik yıkımın başta AK Parti seçmeni vatandaşlar olmak üzere geniş halk yığınları üzerinde bir etkisi olacağını, bunun iktidar partilerinin oy oranlarına yansıyacağını söylesem, geçim sıkıntısının hızlanarak derinleşeceğini ve katlanılması artık mümkün olmayan bir noktaya geleceğini ileri sürsem, sn. Gayret, bu içerikte metinlerimin altına hiç değişmeden kalan cümleleri giriyor. Yerine göre, bir iki sözcüğü değiştirip o cümleleri sürekli kullanıyor.

    Bugün de aynı şeyi yaptı:

    “yine çok büyük kanlı altüst oluşlardan ve felaketlerden felaket beğendiğimiz bir yazının daha sonuna gelmişiz!”

    Kızıyor ya da içerliyor değilim. Meseleye başka bir açıdan yaklaşıyorum ben.

    Bu, sadece sn. Gayret’in değil, devletin de işe yararlılığının fazlasıyla farkında olduğu ve onyıllardır kullanageldiği bir stratejinin dışa vurumu. Strateji, özetle, şu:

    “Her türlü hak arayışını, her türlü meşru muhalif itirazı, her türlü adalet ve özgürlük talebini, o hak arayışlarını, itirazları, adalet taleplerini kuşkulu, mümkünse de, gayrı meşru kıl. Bunları devlete başkaldırı niyetinin, arbade ve anarşi arzusunun birer iması olarak göster.”

    Bu, sonuç alıcı olduğu bilindiği için, neredeyse klasikleşmiş ve yaygınca kullanılan bir strateji.

    Yeni rejimin (laik Cumhuriyet rejimi) kuruluşu ve inşası sürecinden itibaren sürekli kullanıldı. 12 Eylül öncesinin salak sosyalist hareketi ve örgütleri de bunun işlevini ve yararlılığını daha da pekiştiren bir işleve sahip oldular şiddete olan şehvetleri yüzünden.

    Başka bir vesile ile de değinmiştim: Maden şirketlerinin köylerini, yaşam alanlarını, ırmaklarını ve yaylalarını yıkıma uğrattığı köylülerin bütün itiraz protestolarında ellerine mutlaka Türk bayrakları alıyor olmalarının nedeni de bu. “Bizim devlete karşı geldiğimiz yok. Bütün derdimiz yaşam alanlarımıza sahip çıkmak.” Ellerindeki bayraklar, bu bağlamda, bir masumiyet ilanı ve masumiyet kanıtı.

    Sokak ropörtajlarında da sıkça rastlıyorum buna. Muhabir, ekonominin gidaştı hakkında ne düşündüğünü soruyor vatandaşlara. Pek çoğu, yanlış anlaşılmaması gerektiğini söyleyerek bu ülkeye canını vereceğini, kaç yıl askerlik yaptığını, dedesinin Çanakkale’de şehit düştüğünü, bilmem nerde kaç yıl MHP ilçe başkan yardımcılığı yapmış olduğunu falan söylüyor şikayete girişmeden önce.

    Buradaki ‘yanlış anlaşılmama’ kaygısı ve bütün o ‘sağlam’ referanslar, yine birer masumiyet ilanı, birer ön alma. “Hayırdır? Devletle bir alıp veremediğin mi var?” üzerine yapışmasın diye bahsediyorlar bütün o ekonominin gidişatı ile ilintisiz kişisel şeylerden.

    Bu, sadece devletin ya da sn. Gayret’in kullandığı bir strateji değil. Fatih Bey’de de, sayın Mim’de de sıkça gözlüyorum bunu.

    Hak iddiasını ya da hak talebinin kabul edilebilirliğini, o hak iddiası ya da hak talebinin kendisi olarak düşünüp değerlendirmiyorlar eğer o talep Kürtlerden geliyor ise. (Hangi yüzyılda yaşadığımız, insan hakları, çağdaşlık, özgür düşünce vs. anında unutuluveriyor.)

    Kürtlerin talepleri masum değil. Niye? Çünkü ardında bir kurnazlık, gizli bir amaç var. Bölücülüğü, milliyetçi Kürt ayrılıkçılığını beslemek için dillendiriliyor o talepler ve hak arayışları. Devlete, devletin bütünlüğüne karşı, dolayısıyla da gayrı meşru.

    Dindarların talepleri için de mutlaka kullanmıştır Fatih Bey ve Mim Bey o devletçi dili vakti zamanında. Bundan hiç kuşkum yok. Şimdi bunu burada yapmıyorlar.

    Çünkü, dindar muhafazakarlar çevreden geldiler, iktidara yerleştiler. Şeriat değil, Avrupa Birliği Uyum Yasaları getirdiler. Yani, dindarların taleplerini devletin diliyle gayrı meşru kılmanın pek bir inandırcılığı yok artık. Yanısıra, F. Koru okurlarının epeyce bir kısmının dine hayli duyarlı muhafazakarlar olduklarının farkındalar. Muhalefet bloku güçlü tutulmalı. Muhalif dindar muhafazakarları yabancılaştırmanın alemi yok.

    Bu, bir zihniyet meselesi yine.

    Eğer, zihinsel ve ideolojik tasavvurunuzda, devlet, tam da devletin ideolojik aygıtları tarafından koşullandırılmış olduğunuz gibi, her tür yanlıştan ari, her koşulda sahip çıkılması ve koşulsuz desteklenmesi gereken (“beka” yani) bir ulu ve kutsal, ve dahi herşeyin üzerinde bir şey ise, toplumsal talepleri ve toplumsal muhalefeti, talepler ve muhalefet olarak değil, devletin bekasına yönelik kuşku verici şeyler olarak düşünür ve öyle konuşursunuz.

    Vesayet rejiminin ve Kemalist rejimin ürünü olan bu zihniyet ve kullanımında hemen herkesin hemfikir olduğu, Reisçisi ve onun muhaliflerinin birleştiği ve dayanıştığı bu ideolojik devletçi refleks ile Türkiye hesaplaşmak zorunda.

    Çünkü, siyaset alanını daraltıp güdükleştiriyor bu zihniyet. Bütün siyasal partileri birbirine benzer kılıyor.

    Çünkü, breysel düzeyde, tutarsızlık ve ahlaksızlık üretiyor. Barış Terkoğlu ya da Can Dündar ya da Enis Berberoğlu için hak talebinde bulunuyor, HDP’li 63 belediyeden 57’sine kayyum atanmasına, Gülen Cermaati üye ya da sempatizanlarının uğradıkları zulme pek ses çıkarmıyor, dürüst ve gözlenebilir olduğunuz hallerde ise HDP’nin kapatılmasını istiyorsunuz. Selefi ve Atütürk cumhuriyetine kökten karşı dindar bir yazara verilen 12 yıllık hapis cezası, kanınıza ve duygunuza dokunmuyor. O yazarın bir suça karışmış olup olmadığı ile ilgili değil mesele. Selefi olması, M. Kemal’e zerrece saygı duymaması kendi başına yeterli mutlak kayıtsızlık ve ilgisizlik için.

    Bu zihniyetin kökenlerini araştırmak ve tartışmak zorundayız.

    Çünkü, o zihniyet demokrat olamayışımıza yol açtığı gibi, birbirimize güven duymamızı da engelliyor.

    Çünkü, “çok büyük kanlı altüst oluşlar” peşinde olmak ithamı, günü geldiğinde hepimizi vurabilecek güçlü bir silah.

    • Bizler hep devleti kutsamışız. Oysa devleti kuran, kutsal olan millettir. Rabbimiz insanı eşref-i mahlukat yaratmıştır. Hiç bir kurum, kuruluş insandan daha kutsal değildir. Hatta Kabe bile! Önce zihniyet değişmeli. İnsan olduğumuzun farkına varmalıyız.

  9. Ekonomik olarak Arjantin’i,Lübnan ‘ı yazmışsın ama,Turkiye’ yi yazmamışsın. Niçin? Söyle mi soyluyorsun; “kızım sana söylüyorum gelinim sen anla.”

  10. Bu yoruma başlamadan önce Arjantin hakkında biraz araştırma yapmaya çalıştım ; gerçekten ülkenin yönetimi, siyasi istikrarı ve en önemlisi petrol ve doğalgaz varlığına rağmen ekonomisi oldukça kötüymüş (kayagaz rezervinde dünyada ikinci ve kaya petrolünde de dünyada dördüncü ) .Ancak bu durum yeni de değil , taa 2001 den beri devam eden siyasi ,idari ve ekonomik kargaşanın bir sonucu olarak ortaya çıkmış oluyor .
    Hocamız , her ne kadar ‘ ülkemizle mukayese etmeyin’ diye uyarsa da daha sonra anlattıklarının aslında bizdekilerden çok fazla bir farkı da yok , ‘Ağam bizimle eğleniy ‘mi yoksa ! Ekonomik konulara ilgisiz olmamakla ve genel hatlarıyla takibetmekle beraber ‘ahkam ‘ ! kesecek kadar da iyi olmadığım için ben burada konuyu kapatıyorum .Herkese selam ve saygılar

  11. Yazının başlığını ilk okuduğumda, aklıma ilk geleni yazayım diye tez elden Arjantin para birimini öğrendim, cümlemi oluşturdum ve ‘Ne yani; biz maaşımızı Arjantin Pesosu ile mi alıyoruz? diye aklıma ilk düşeni buraya yazdım…

    Okumaya devam ettim, yazının akışı içinde Sn. Koru’nun “Aklına hemen ülkemiz gelecekleri uyarayım: Sorunlardan bir bölümü benzese de Türkiye ekonomisi Arjantin ile mukayese edilemeyecek kadar büyük. Haberde kullanılan göstergeler bile oradaki sorunun daha farklı yönleri de olduğuna işaret ediyor.” uyarısıyla karşılaştım…

    Kanaatim; ‘neyse ki, bizim ülkemiz Arjantin’in durumda değilmiş’ olarak gelişti.

    Okurlarını, yazdığı dış politika yazılarına ilgi göstermemekle azarlayan Koru’ya; ‘bu yazının konusu bizi (ülkemizi) neden ilgilendirsin?’ diye içimden söylenirken aynı mesele Lübnan’a kadar gelip dayandı. Bu defa ‘bize de mi bulaşacak acaba’ diye endişe duymaya başladım.

    IMF, ülkelerin ekonomik durumu hakkındaki basın açıklamalarını sıklaştırmış ve bu basın açıklamalarına muhatap olacak ülke sayısı da artmaya başlamış!

    İyi ki de maaşımızı ne ABD Doları ne de Arjantin Pesosu ile alıyormuşuz…

    Ama toplumdaki herkesin geliri maaşla değil ki.. esnafı var, tüccarı var; hamalı, amelesi, ev hanımı var.

    Maaşa razı olduk; ‘IMF bulaşı’ bize de bulaşmasa bari!

    Diyeksiniz ki; dış borcumuzun 500 Milyar Dolara ulaşmasına az kaldı, IMF’nin vereceği 3-5 Milyar Dolar mı bizi batıracak!

    Bazıları bunu da söyler mi söyler.

    Bahçeli, “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” Hadis-i Şerifini mesnet tutarak “askıda ekmek” kampanyası başlatmış.

    “..ekmek bulamayan pasta yesin. (Demirel)”.. “…doğalgaz olmasa tezek yakarız (Erdoğan)” dan sonra “askıda ekmek” kampanyası ekonominin kriz haline bir açıklama olsa gerek.

    IMF, basın açıklamalarında ülkemizin de ismini anmaya başlar mı acaba?

    • Hasan bey,bu kadar ince espriyi bir arada toplayan ve gülümseten bir yazınızı daha önce okumamıştım,kendi adıma teşekkür ederim.

      Malum ekmek Anadolu sofra kültürünün olmazsa olmazlarından.Bu kültürü vurgulayan güzel bir örnek olarak Orta Anadolu’da geçtiği söylenen şöyle bir olay anlatılır.
      Anası,bir ağaç gölgesine emanet ettiği 2-3 yaşlarındaki çocuğunun önüne bir tas süt ve bir parça ekmek koyarak hemen yakınındaki tarlaya çalışmaya gider.Bir süre sonra bir yılan gelip çocuğun sütünü içmeye başlar.Çocuk elindeki kaşığı yılanın kafasına kafasına indirerek ekmek kültürüne kayıt göstermeyen görgüsüz yılana dersini verir:”Ekma(ğ)nen yi lan,ekma(ğ)nen yi!”

      Bir sofrada türlü çeşit yemek olsa ancak ekmek olmasa o sofra fakirdir.Sofraları ekmek zenginleştirir.Diğer yiyecekleri de tabii ki ekmek tatlandırır;misal makarna,misal pirinç pilavı,misal ejder suyu…

      Asılı ekmek,güzel buluş.
      Her menzilde asılı bir ekmek bulsak bu zenginlikte daha ne isteriz.Keloğlan gibi takarız bir çubuğa bir ekmek,Kaf dağlarında masal masal gezeriz…

      • Ekma(ğ)nın arasına gatık isteyen ekma(ğ)nı elden ele uzatıvesin a’gadeşler. Az bi suda haşlenmiş köprü ayada var, şeer hastanesi gapılarının kolunu isteyene bunu bekmeze bandıraraktan veriyik.

    • imf türkiye ekonomisinde bu sene %5 daralma, gelecek sene de %5 büyüme öngörüsüyle ülkemizin ismini anıyor Hasan hocam.

      bu sene %5 küçülecek olan bir ülke gelecek sene %5 büyürse, gelecek sene sonunda ekonomik değerini korumuş mu olur yoksa zararda mı olur? bu soruyu “yüksek mühendis” serdar Turhan nasıl cevaplar acaba? serdar Turhan bu soruya doğru cevap verirse ne kadar yüksek bir mühendis olduğunu ben de anlamış olurum.

      • bak sen ilkokul mezunu arkadaşlar yüksek mühendis bilgisini ölçüyor
        Bu aynı marangozun paşalara emir vermesi gibi .Ama buna alışık olanlar için sorun değilse cevabımı vereyim.
        Büyüme ve küçülmeyi dünya ile eş zamanlı düşünsek.
        Şu an dünya kavrukuyır en iyi performansı gösteren/gösterecek OECD ülkelerinde 1. dünyada 2. sırada Türkiye .
        Siz dünyaya pek meraklı olduğunuzdan bu denklemi Avrupa için çöz gözlerin faltaşı gibi açılmazsa ben Türkiye için çözümğnü iletirim.
        ama siz Türkiye için felaket tellasınız anavatınız pensilvaya için de çözebilirsiniz bu arada bu denklemi

  12. Bernar kardeşim , uzunca bir zaman bu ülkede kalmış olmanızdan dolayı yazınızı ilgiyle okudum ; gözlemlerinize dayalı güzel bilgiler vermişsiniz ancak kısa kesmişsiniz, keşke biraz daha anlatsaydınız ! Yine de teşekkür eder selam ve saygılar sunarım

    • Ali bey sn.bernarın meksikayla ilgili verdiği iç karartıcı bilgilerin neresi güzel bilemiyorum ama daha fazlasına nasıl tahammül ederseniz artık…
      Burrito ya da quezedillo tarifi filan verseydi bence daha faydalı olurdu:)

    • Selamlar Ali Bey. Hani yorum metinlerinizden sizi bilip tanımasam, “Kısa kesmişsiniz, keşke biraz daha anlatsaydınız” cümlenizi okuduğumda, “Bu bey inceden beni makaraya almış, uzun mu uzun metinlerime yönelik hoşnutsuzluğunu o da böyle dışa vurmuş” diye düşünürdüm. Eksik olmayın. Lakin, “Ya bırakın bu adamı gaza getirmeyin! Halihazırda gördüğümüz zulüm yetmiyor mu?” diyerek homur homur olacak arkadaşlarımız herhalde sadece H. Gayret ve Sedar Turhan olmayacaktır. 🙂 Nezaketinize teşekkür ederim. Saygı ve selamlar.

  13. Sayın Koru, Arjantin ekonomisinde neler olup bittiğini sıklaşan IMF basın açıklamalarından da yararlanarak daha yakından takip edeceğini söylüyor. Ben de, resmin bir başka yanına değinmiş olayım.

    Ekonomik açmazlarının üstesinden gelemeyen Arjantin, hepimizin çok yakından aşinası olduğu, binlerce insanın hayatını karartırken milyonlarcasını öfke, korku ve çaresizliğe sürükleyen bir belayı da gündelik olarak yaşıyor:

    kadın cinayetleri, tecavüz ve kadına yönelik şiddet.

    Arjantin’de geçen yıl 303 kadın cinayete kurban gitti. Neredeyse günde bir kadın yaşamını yitiriyor ve katiller, yine bizdekini hatırlatır biçimde, çok büyük çoğunlukla, o talihsiz kadınların en yakınlarında olanlar.

    Bizdeki kadın dayanışma hareketinin protesto gösterilerinde taşınan dövizlerde gözümüze sık sık ilişen “Bir kadın daha eksilmeyeceğiz!” sloganını da Arjantin ve Latin Amerika ile yakından bağı var. Kadın dayanışma hareketinin Arjantin’deki (ve diğer 5 Latin Amerika ülkesindeki) ismi NI UNA MENOS. Bunun Türkçe’ye anlamlı çevirisi, işte ülkemizdeki gösterilerde karşılaştığımız o slogan.

    Burada elem verici ve trajik olan bir şey şu ki, “Ni Una Menos” kadın dayanışma hareketine bu isim konusunda ilham kaynağı olan insan, Susana Chavez, Meksikalı bir kadın şair ve aktivist.

    Benim de dokuz yılı aşkın süre boyunca yaşadığım ve ne belalı bir yer olduğunu yakından bildiğim Meksika’nın Ciudad Juarez kentindeki kadın cinayetlerine karşı bir protestonun öncüsü Susana Chavez, ve ifadeyi ilk kez orada kullanıyor. Chavez’in önderlik ettiği hareket büyüyor ve diğer şehirlere yayılıyor. Bu yürekli aydın, 2011 yılında bir suikast sonucu öldürülüyor.

    Arjantin, dikkate değer eğitim sorunları olan bir ülke değil. Batı dünyası ile ilişkiler açısından herhalde koca Latin Amerika kıtası içinde en ön sırada gelir (Savaş’tan sonra onbinlerce asker-sivil Alman ve Fransız Nazisinin Arjantin’e kaçmış olduğunu biliriz. Pek çok Arjantinli’nin soy isminde rast geldiğimiz ve yadırgadığımız, kulakta açıkça Avrupalı tınısı bırakan isimlerin kökeni de işte yaşamlarını Arjantinde sürdürmüş olan o faşist Avrupalılardır.)

    Ülke nüfusunun ezici çoğunluğu da Müslüman değil, Katolik Hristiyan. Bu da, hemen her yakıcı toplumsal meseleyi eğitimle, yerel kültürdeki kimi muhafazakar-dini görünümlerle açıklama ezberciliğine ve kolaycılığına sahip olanlar açısından düşündürücü bir bilgi kırınıtısı olsun.

    Kalkınma sorunlarını çözememiş, gelir dağılımında adaletsizlik ve işsizlik meselelerine bir çözüm üretememiş toplumlar, dini ve kültürel özelliklerinden bağımsız olarak, aynı toplumsal sorunlarla yüz yüze kalıyorlar.

    Kapitalizm, onun doğasında içkin sömürü ve eşitsizlikler, ırk, dil, din dinlemeden her toplumu aynı yerden ve aynı biçimde vuruyor.

    Geçtiğimiz hafta yayımlanan Dünya Bankası raporuna göre, toplam 120 ülke arasında dünyanın en fazla dış borcu olan 6. ülkesiyiz.

    Dış borç yükü ile yıllık milli geliri arasında alarm verici bir uçuruma sahip olma açısından ise dünya 2’ncisi konumundayız. Bu açıdan dünya şampiyonu olarak bizim hemen üzerimizde duran ülke hangisidir sizce?

    Uçuyoruz kaçıyoruz. . . Bunların alayı hikaye ve aldatmaca.

    Bu iddiama katılanların sayısı önümüzdeki altı cehennem ayında daha da yükselecek.

    Modern tarihte, aklını başına devşirmemekte inat edenlerin geleneksel hizaya getirici sopası hep ekonomi olmuştur -oysa ben bunun sağduyu, ahlak ve adaletseverlik olmasını dilerdim.

    Çok yakında bizde de öyle olacak. Daha çok insanımız “Yandım Allah!” çığlıklarıyla uyanmak zorunda kalacak palavracıların kurup televizyon ekranları eliyle yutturdukları hayal dünyasından.

    Uyanış acı, düşüş bir hayli sert olacak -hem palavralara inananlar, hem palavracılar açısından.

    • “Ülke nüfusunun ezici çoğunluğu da Müslüman değil, Katolik Hristiyan. Bu da, hemen her yakıcı toplumsal meseleyi eğitimle, yerel kültürdeki kimi muhafazakar-dini görünümlerle açıklama ezberciliğine ve kolaycılığına sahip olanlar açısından düşündürücü bir bilgi kırınıtısı olsun.”…(enfes bir bilgi kırıntısı!)

      “Kalkınma sorunlarını çözememiş, gelir dağılımında adaletsizlik ve işsizlik meselelerine bir çözüm üretememiş toplumlar, dini ve kültürel özelliklerinden bağımsız olarak, aynı toplumsal sorunlarla yüz yüze kalıyorlar.” (yerli yerinde bir tespit)…

      “Kapitalizm, onun doğasında içkin sömürü ve eşitsizlikler, ırk, dil, din dinlemeden her toplumu aynı yerden ve aynı biçimde vuruyor.”

      Çözüm de bu cümlelerde saklı aslında.. teşekkürler Bernar bey.

      • Ben de size teşekkür etmeyi bir borç addediyorum Hasan Bey. Çok muhtemel ki, farklı düşünce geleneklerinden çıkıp gelen iki yorumcuyuz burada. Ezberlenmiş şablonlardan, orada burada işitilip kendimize aitmiş gibi yazılmış cümlelerden hep uzak kaldınız. Hep Hasan Günay olarak yazdınız, sözcüğün gerçek anlamında “içerik” ürettiniz her seferinde, ve her cümleniz bu ismin ardındaki insana ait cümleler oldu. Benim beceremediğim “sıfır-duygusallık, tam aklıselimlik” tavrınıza da hiç gölge düşürmediniz iki yıl boyunca.

        Yorumlar sayfasına göz atan ‘sessiz’ F. Koru okurlarının pek çoğunun, ellerindeki fareyi aşağı doğru hızla sararken, bir yorum metninin sol başında isminize rast geldiklerinde durduklarından, ve metinlerinizi okumaya başladıklarından kuşkum yok.

        Pek çok saygı ve selam.

    • Hadi hayırlısı bakalım sn.bernar, yine çok büyük kanlı altüst oluşlardan ve felaketlerden felaket beğendiğimiz bir yazının daha sonuna gelmişiz!

    • Los pedros palavratos namı ile bilinen Bedri bey amcaya bu lakap çocukları tarafından verilmişti , küçüklüğümden hatırladığım abartmayı seven sevimli ve zararsız bir ihtiyardı Bedri amca dost sohbetlerinde aranan bir simaydı. Erzurumlu meşhur palavracı pehlivan Teyo dadaşa ise ‘”bende yalan da yok hilaf da yok” dedirten ise etraftan şaşkın şaşkın bakıp dinleyenlerin müstehzi nazarlarından başka şey değildi elbette oda bir gülmece unsuru idi zararsızdı. Ancak dünyanın en büyük palavrası ve dolayısı ile en büyük yerli ve milli yalanı olan ekonomimiz şaha kalktı herkes bizi kıskanıyor söylemleri tarihte sadece palavra savuranları ve bu palavrayı alkışlayanları değil palavrayı görüp uyaranları da mağdur edecek, zararı ve yıkımı mevzi olmayıp umumi olacak bir palavradır. Kuran bu meseleyi şöyle ifade etmiştir ve günümüze ne güzel musırrane işaret etmiştir. Bin barekAllah ! “Sadece içinizden zulmedenlere dokunmakla kalmayacak olan bir beladan sakının ve bilin ki Allah’ın cezası şiddetlidir.”enfal-25

Yoruma kapalı.