Ülkenin dört bir yanından “Alalım düşmandan eski yerleri” nidaları eşliğinde “Musul’a da girelim, Suriye’den de hak iddia edelim” talepleri gelirken… Ben ve benim gibiler neden “Sakın ha!” tavrını benimsiyor, hiç düşündünüz mü?
Başkalarını bilmem, ama benim genlerime kadar işlemiş bir sebebim var.
İzmir’de iki katlı bir evde doğdum. Evin misafir kabul edilen geniş salonunda o yıllarda çıkan ‘Hayat’ mecmuasının ortasında verdiği portrelerden camlatılmış bir ‘Gazi Mustafa Kemal’ fotoğrafı yer alırdı.
Üniformalı ve kalpaklı bir Mustafa Kemal…
Zorunluluk duygusuyla değildi bu; Gazi bizdendi çünkü. Bizi anavatanımıza kabul ettiği için ona şükran borçluyduk.
“Padişah’ı gören gözler bunlar oğlum” derdi…
Anneannem Şirin Hanım –yoksa onun annesi Refiye Hanım mıydı?– “Ben Padişahı gördüm oğlum, buka (bu kadar) gözleri vardı” derken eliyle kocamanlık işareti yapardı.
“Nerede, nasıl görmüş olabilir ki Sultanı?” diye düşünür, yaşlılığın böbürlenme alışkanlığına bağlardım o sözleri…
Yıllar sonra, Sultan Mehmet Reşat’ın 1911 yılında Osmanlı toprağı Rumeli’de geziye çıktığını, Selânik, Makedonya derken, 15 Haziran günü, Priştine’ye (Kosova) de uğradığını öğrenecektim.
Edirne’ye kadar (Edirne dahil) bütün Rumeli topraklarının Osmanlı’nın elinden çıkacağı Balkan Savaşı’nın patlamasından (Ekim 1912) yalnızca bir yıl kadar önce…
Bir savaşa daha girilecekti Edirne’yi geri almak için…
Tabii ardından, ‘Evlâd-ı Fâtihan’ olmakla ve İstanbul’a bağlılık duymakla iftihar eden ne kadar insan varsa, onlar için çileli günler başlayacak ve çoğu asırlar önce yerleştikleri, kök saldıkları, mal-mülk sahibi oldukları topraklarda daha fazla barınamayıp, tası tarağı bile arkada bırakarak Anadolu’ya koşacaklardı…
‘Muhacir’ olarak…
Bizler için ‘savaş’ demek, bu çileye yol açan karanlık bir dönem demek…
Kişisel tarihimin bu sayfalarını paylaştığım bir dostum, “Evet ama” dedi bana, “Aynı hisleri taşımak için Rumeli kökenli olmak gerekmiyor ki; Suriye ve Irak’ta yaşananlar, bu iki ülkenin yıkılmış, insanlarının perişan olmuş hali yeterince ders veriyor zaten…”
Doğrudur. Fakat bizimkilerin yaşadıkları bana daha yakın geliyor…
Savaşta ne oldu?
Balkan Savaşları’nın yalnızca bir cephesinde bulunmuş Fransız gazeteci George Remond’un tek cümlelik özet izlenimi şu: “Yine de gerçek dehşeti, cehennem kapılarından birkaç defa girmiş çıkmış bir ressam bile tasvir edemez…” (Remond, ‘Mağluplarla Beraber – Bir Fransız Gazetecinin Balkan Harbi İzlenimleri’, Hasan Cevdet çevirisi, Profil Yayıncılık, İstanbul 2007, s. 54).
Hiçbir savaş tarafların sonunda yenileceğini düşündüğü ortamlarda çıkmaz; savaşa girenler sonunda muzaffer olmayı ve yeni topraklar kazanmayı bekler.
Cemal Reşit Rey ile Ekrem Reşit Rey’in babası Ahmet Reşit Bey (1870-1956) 14 yıl Sultan Abdülhamid’in sarayında kitabet dairesinde çalışmış, sonrasında valilik ve bakanlık görevlerini de üstlenmiş bir Osmanlı bürokratıydı. Türkiye İş Bankası tarafından yayımlanan ‘İmparatorluğun Son Döneminde Gördüklerim Yaptıklarım’ başlıklı anılarında (hazırlayan Nur Özmel Akın) Balkan Savaşı’na giden yolda başkentin durumunu pek güzel yansıtır.
Onun uzun anlatımını değil de, anılarına ‘zeyl’ olarak eklediği bir başka tanığın ifadelerini buraya aktaracağım.
‘İstanbul şehremini’ (belediye başkanı) olarak şöhret bulmuş Dr. Cemil Topuzlu’nun (1866-1958) ifadelerini…
Savaşın ilânından 15 gün önce Müşir Abdullah Paşa ile köprü üzerinde karşılaşır Dr. Cemil Bey; birlikte bir kıraathaneye gidip sohbet ederler. Paşa “Muharebe açılırsa mağlubiyetimiz muhakkaktır” der ve bunu kayınpederi Şeyhülislâm Efendi’ye aktarmasını ister. Dediği yerine getirilir; Şeyhülislâm savaşın çıkmasını önleme görevini üstleneceğini söyler…
Daha güzel bir şey olur; Dr. Cemil Bey anlatsın:
“Ben o zamanlar Zat-ı Şahane’yi tedavi ediyordum. O münasebetle ertesi gün yanına gittiğim zaman Abdullah Paşa’nın sözlerini Sultan’ın huzurunda da tekrar ettim. Padişah Abdullah Paşa ile gizlice görüşmek istediğini söyledi.”
Ardından çok şaşıracağı bir durumla karşılaşacaktır Dr. Cemil Bey:
“Harbiye Nazırı olan Nazım Paşa’yı gördüm. Padişah’ın zihnini bulandırmış olduğumdan dolayı bana çıkıştı ve Abdullah Paşa’nın düşüncesinin kof olduğunu iddia etti. ‘Ben dün Zat-ı Şahane’ye söyledim; sana da söyleyeyim ki henüz bir hafta geçmeden Osmanlı bayrağı Filibe ve Sofya’da görülecektir’ güvencesini verdi.”
Ertesi gün, Dr. Cemil Bey, tedavi için yine Saray’dadır. Gürültüler gelince pencereye giderler; Saray’ın bahçesine yığılmış “Harp isteriz, harp” diye avazı çıktığı kadar bağıran kitle Padişah’ı görünce daha da coşar. Cemil Bey, “En ziyade göze çarpan iki kişi idi; biri Talât Bey (Paşa), diğeri Halaçyan Efendi. Ortalarında uzun bir direğe bağlanmış Osmanlı bayrağı vardı” notunu düşer… (s. 212-213).
Talat Paşa suikasta uğramadan hemen önce kaleme aldığı anılarında (‘Talat Paşa’nın Hatıraları’ adıyla Hüseyin Cahit Yalçın tarafından 1946 yılında yayınlanmıştır) “Harp isteriz” diye bir an önce girmekten yana olduğu savaşın, sonradan ileri sürdüğü gerekçeler yüzünden ‘daha başlamadan kaybedilmiş’ olduğunu yazacaktır (s. 18).
Nedir o gerekçeler?
Okuyalım:
“Türkiye o sırada dahili isyan ve ihtilâflarla meşguldü. Ordunun teşekkül tarzı değiştirilmiş, fakat yeni nizam henüz tatbik olunmamıştı. O sırada iktidar mevkiinde bulunan Gazi Ahmet Muhtar Paşa kabinesi, Avrupa’nın bir harbe müsaade etmeyeceği kanaatile olacak, talim maksadiyle silâh altına çağrılmış olan kıtaları, yani takriben 100 bin kişiyi, terhis etmişti. Fakat harp çıkınca ordu tuhaf bir vaziyette kaldı: Bir taraftan kıtalar terhis edilirken, diğer taraftan yeni kıtalar silâh altına alınıyor ve kadrolar değişmiş olduğundan ne subaylar askerleri, ne de askerler subaylarını tanımıyordu.”
İyi mi?
Ahmet Reşit Rey Balkan Savaşı’nın faturasını İttihatçılara çıkarır…
Savaşın faturasını onu çıkaranlar değil, halklar öder
Fatura siyaseten kime çıkarsa çıksın, onu ödemek Rumeli’yi mekân tutmuş halklara düştü.
‘Mübadele’ anlaşması ile 1923’ten itibaren Rumeli halkı Anadolu’ya taşındı.
Ama nasıl? Okuyalım:
“Selanik ve çevresindeki iki, üç, dört odası olan Müslüman evlerinin tek odası Müslümanlara bırakılarak diğerlerine Türkiye’den kaçan Rum ve Ermenilerin yerleştirildikleri, hatta bazı yerlerde tek odaya iki-üç, bazen dört aile sıkıştırılarak Müslümanların eşyalarının Rum ve Ermeniler arasında paylaştırıldığı, hane sahiplerine yatak-yorgan ve çamaşırdan başka eşya verilmediği, hükümet ve zabıtaya yapılan şikâyetlere ise ‘Burada şikâyet dinlenmez, şikâyetlerinizi Mustafa Kemal’e anlatınız’ cevabı verildiği, ismi Kemal olanların ise isimlerini değiştirmeye mecbur edildikleri…” (Cahide Zengin Aghatabay, ‘Mübadelenin Mazlum Misafirleri – Mübadele ve Kamuoyu 1923-1930’, Bengi, 2007, s. 199-200).
Daha anlatacak çok şey var, ama herhalde ne demek istediğim anlaşılmıştır.
ΩΩΩΩ