Külliye’deki bir toplantı sonrası merakım: Yeni açılımlar kapıda olabilir mi?

15
Reklam

Siyasetten kolay emekli olunmuyor. Bizden de geçmiş örnekler var, ama günümüzde bu sözü doğrulayan en önemli kişilik Malezya başbakanı Mahathir Mohammed. Ülkesinde 1981-2003 yılları arasında başbakanlık yapmış ve köşesine çekilmişti; geçen yıl büyük bir yolsuzluk krizi ardından yeniden siyasi arenaya döndü ve başbakanlığı bir kez daha üstlendi. 

Mahathir Muhammed bugün tam 94 yaşında (1925 doğumlu); “Dalya” demesine yalnızca altı yılı var…

Dün ülkemize geldi bizden kendisine yönelik davet üzerine Malezya başbakanı; bir üniversite kendisine fahri doktor unvanı verdi ve Külliye’de Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile ikili ve heyetler halinde çoklu toplantılara katıldı. Her vesileyle de görüşlerini paylaştı.

Ekranda hiç de yaşını göstermiyordu. Dahası, konuşmalarından zihninin de olabildiğince berrak olduğu anlaşılıyordu.

Kendisini dinlerken bir cümlesi özellikle dikkatimi çekti. Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı dahili sorunlarla baş edebilecek bir ülke olduğunu söyledi ve “Bizde de sizin şimdi yaşadıklarınıza benzer dönemler ve komünistlerin darbe girişimleri oldu; biz onlarla yalnızca askeri yöntemlerle mücadele etmedik, o yanlış işlere karışan insanları kazanmak için de çaba sarf ettik” anlamına gelen cümlelerle sözlerine devam etti.

O cümlelerini belleğimde kaldığı kadarıyla değil de onun ağzından çıktığı gibi verebilmek için konuşmasının tam metnini bugünkü gazetelerde aradım, ama ne çare. O kadar uzun yoldan gelmiş ve en üst düzeyde kabul görmüş bir kıdemli devlet adamının görüşleri bizim gazetelerde nedense kendisine yer bulamadı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, birlikte çıktıkları basın toplantısında Malezya ile Türkiye’nin D-8 örgütünde üye olduklarını hatırlattı. D-8 Necmettin Erbakan‘ın başbakanlığı döneminde (1996-1997) başlattığı kalabalık nüfusa sahip sekiz Müslüman ülkeyi aynı hedefte buluşturmayı amaçlayan bir örgüt.

Mahathir Muhammed‘in ağzından işittiğim “Bizde de benzer olaylar yaşandı” cümlesinin peşine düştüm ve ilginç bilgilerle karşılaştım.

Reklam

Ülkeye komünist bir yönetim gelmesi için silahlı mücadele veren bir örgütün (MCP) eylemleri yüzünden Malaylar 1948-1989 yılları arasında sürekli bir olağanüstü hal durumu yaşamış. Başlangıç yıllarında ülke İngiliz işgali altında; Ingilizler komünist örgütün lideri Chin Peng‘i ‘1 numaralı halk düşmanı’ olarak ilan etmekte gecikmemiş. 1955 yılına kadar süren Çin destekli silahlı mücadelenin sonunda Malezya’nın yöneticileri barış için müzakereler başlatmaya karar vermiş; ancak terör örgütünün dayattığı şartlar kabul görmeyince masa dağılmış.

Örgüt çok sayıda insanın hayatına mal olan kanlı eylemlerine devam etmiş.

Müzakereler sırasında güçlü bir lider olarak halkını arkasında toplayabildiği için, ülkenin ilk başbakanı Tunku Abdurrahman, İngilizler’den istiklali almayı da başarmış. Malezya devleti o sayede doğmuş.

Mahathir‘in ilk başbakanlığı döneminde Çin’le kurulan iyi ilişkiler sayesinde Pekin’in verdiği destek örgütün arkasından çekilince müzakereler yeniden başlamış. 1989 yılında terör örgütü lideri Chin Peng ile Malezya hükümetinin temsilcileri arasında Tayland’ta yeniden başlayan müzakereler sonunda, örgüt, silah bırakmayı kabul etmiş. İmzalanan anlaşmayla, Malay asıllı örgüt üyelerinin Malezya’ya dönmesine ve ülkeye dönen örgüt üyelerinin siyasi haklarına sahip olarak toplum içerisine katılmasına izin verilmiş.

[Bu bilgileri Chin Peng ile ilgili Wikipedia maddesinden derledim.]  

Öyle anlaşılıyor ki, uzun yıllar olağanüstü hal altında yaşanmış Malezya’da, yönetim, bir yandan yabancı bir ideolojiyi silah zoruyla ülkeye hakim kılmaya çalışan terör örgütüyle askeri tedbirlerle mücadele ederken, bir yandan da terörü sona erdireceği umulan farklı yöntemleri de denemiş…

Hem de bir kez değil, tam iki kez. İkincide sonuç da alınmış.

Mahathir Muhammed Külliye’deki ikili ve çoklu görüşmelerden sonra ekran karşısına geçerek “Bizde de sizin şimdi yaşadıklarınıza benzer dönemler ve komünistlerin darbe girişimleri oldu; biz onlarla yalnızca askeri yöntemlerle mücadele etmedik, o yanlış işlere karışan insanları kazanmak için de çaba sarf ettik” anlamına gelen sözler söylediğine göre, içeride de o sözlerini muhatabına/muhataplarına açmış olabilir mi?

Reklam

Kendi ülkesinin deneyimini ayrıntılı olarak aktarmış mıdır dersiniz?

Uzak bir ülkenin bayağı yaşlı başbakanını Ankara’ya davet ederken acaba onun bu konudaki görüşlerinden yararlanmak istenmiş olabilir mi?

Cezaevlerini dolduran tutuklu ve hükümlülere dönük bir düzenleme ve yeni bir açılım söz konusu olabilir mi?

Turgut Özal da kendisiyle aynı frekansta olduğunu düşündüğü Mahathir Muhammed‘e özel bir ilgi gösterir, zaman zaman kendisiyle görüşürdü. Son görüşmeleri 1992 sonbaharında Ankara’da olmuştu. Gölbaşı’ndaki bir devlet tesisinde havuz başı ziyafetinde ağırlamıştı Malezyalı konuğunu Özal ve kendisini bizlerle de tanıştırmıştı.

Külliye’deki basın toplantısını izlerken gözlerim gazeteci aradı; basın toplantısı kalabalığının ilk dört-beş sırası protokola ayrılmıştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan‘ın “Yalnızca bir Türk gazeteciye soru hakkı var” dediğinde kalkan tek el 24TV muhabirine aitti. Genç muhabir birkaç konuyu içeren bir soru sordu; hiçbiri Malezya ile ilgili değildi.

Reklam

15 YORUMLAR

  1. Bizim siyasetçilerimiz henüz 70’lerinde, bahsettiğiniz üzere, Mahathir gibi konuyu derinlikli olarak düşünebilmeleri ancak 90’larında mümkün olur. Ama umut kırmak yok, beklemeye devam.

  2. FKT çok doğru bir tesbit yapmış ve doğru bir sonuca bağlamış. Yusuf bey de keza.

    Türkiye, sağ duyulu, akl-ı selim sahibi, ehl-i insaf insanlara muhtaç ; Düşmanına karşı bile
    adil ve merhametli. Bunlar sayesinde, zaten, birliğini, dirliğini koruyor.

    ANAP iktadardan gidiyordu, Doğruyol Partisinin gelişi Çarşamba’dan belli oluyordu. Fakat, yorumcularımız gibi düşünen bir kısım yurttaşları bir KAYGI sarıvermişti, üzülüyorlardı. ” Bunları doyurana kadar CANIMIZ çıktı, bir de şimdi bunları mı doyuralım “… diye acınıyorlardı. Çünkü hepsi de, dürüst BATI’nın tazgahından geçmişti.
    UĞUR beye, Belkıs konusunda, “İSLAMİ HAYAT DERGİSİ”ni okumasını salık veririm, internette var

    • Salık verdiğiniz sitedeki yazıyı okudum.Bildiklerimden ve yazdıklarımdan farklı birşey göremedim.Ezberleri aşmak lazım,saygılar.

  3. Dindarları seviyorum. Çalmıyorlar, yolsuzluk yapmıyorlar, dürüstler. Dedikodu yapıp iftira atmıyorlar, yalan söylemiyorlar. Geçim ehli insanlar, ötekileştirme ve kutuplaştırma yapmıyorlar.
    Dincileri sevmiyorum. Çalıyorlar, yolsuzluk yapıyorlar, dürüst değiller. Dedikodu yapıp iftira atıyorlar, yalan söylüyorlar. Geçimsiz insanlar, ötekileştirme ve kutuplaştırma yapıyorlar. Kefenin cebi yok bu dünya geçici deyip sonra da dünya nimetlerine arsızca tamah ediyorlar.

    Laikleri seviyorum. Dini siyasete alet etmiyorlar, dine de saygılılar. Akılcılığa önem veriyor, hurafelerden uzak duruyorlar. Dinimize de uygun olan sosyal demokrasiyi savunuyorlar.
    Laikçileri sevmiyorum. Geleneksel dincilere karşı çıkarken kendileri de modern dincilik yapıyorlar. Akılcılık yerine ideoloji peşinde koşuyorlar. Demokratız diyorlar fakat ilk fırsatta faşizme kayıyorlar.

    Dindarların ve laiklerin birlikteliği / dayanışması Türkiye’ye huzuru, güveni ve kalkınmayı getirecektir. Dincilere ve laikçilere karşı sağduyulu insanlar birlikte mücadele etmelidir.

    • Çok haklısınız ve (eski bir islamcı olarak)bunu söyleyebilecek noktaya gelebilmek için AKP dönemini yaşamak gerekti.

  4. Bizdeki durum Malezya’dan az daha karışık gibi. Orada Çin destekli bir silahlı örgüt varmış, Malezya devleti de onlar silah bıraksın diye uğraşmış. Bizim devletle silahlı mücadele eden örgüt (PKK) silah bırakmak isterse bizim devlet buna nasıl yaklaşır? Açıkcası bazı devlet kurumlarının ve kişilerin (ki pek de etkili olabiliyorlar) bunu pek istemediğini defaatle gördük. Hatta hiç silahla işi olmayanların da silaha sarılmasını isteyen o kadar çok “vatansever” devletlü ve yandaş var ki! Bence Mahathir boşuna konuşuyor, o malın burda alıcısı yok.

  5. Kim olursa olsun 10 yıldan fazla oy vermeyin.
    Alimler derki evliyayıda başa getirsen zamanla bozulur.

    chp’li veya sağ partili grupların içinde iyi insanlarda var.

    Eskiden chp başta olduğu için bu yalakacı , şak ,şakcı insanlar menfaat ve çıkarları için nemalacak insanlar chp içine dolmuş. Biz chp ondan kötü bildik.

    70 yıl kadar sağ partiler başta oldu durum değişmedi bu yalakacı , şak ,şakcı insanlar menfaat ve çıkarları için nemalacak insanlar sağ partilere doldu. Anlayacağınız değişen bişey olmadı.

    Onun için Amerikada 10 yıl üstü başkanlık vermiyorlar.

    Ekrem imamoğlu iyi birine benziyor Misal 5 yıl verdik güzel çalıştı diyelim.

    Yine 5yıl verdik süper çalıştı diyelim.
    Artık yeter diyip noktayı koyalım.

    Bize gösterildiği gibi koalisyon Kötü değildir.

    Ecevit koalisyonunda 5.5 büyümüşüz.
    Şimdiki hükümetde ortalama 3.5 büyümüşüz.

    Avrupa koalisyonlarla yönetiliyor. önce milletten evel ortağın seni denetler.
    Birde farklı iki üç grup bir araya geldiğii için barış içinde yaşamayı öğreniyorlar.

  6. Demokrat Parti, Adalet Partisi, ANAP, Doğruyol Partisi ve nihayet Ak Parti.
    Bu partileri, kurulurken başlangıçta, az çok dürüst, vatansever, dine hiç olmazsa hürmetkar,
    orta halli sanayici, tüccar, esnaf, çiftçi kişiler OMUZLAR ve onların hayat tarzlarına uygun düşüncelerle
    işe başlanır, fakat, parti bilahare prim yapmıya, ayağı yer tutmıya başladımı, SOYSUZ BATI’nın soysuz, yüzsüz, samimiyetsiz, kısmen dinsiz, sömürücü, vurguncu adamları, KİFAYETSİZ MUHTERİSLER ve menfaatciler partiye sökün etmiye başlar. Dağdan gelenler evdeki masum, muhlis insanları kovmıya ve ayıklamıya başlar. Partinin yönünü de, TAMAMEN sömmürücü, vurguncu, kısmen zımni DİN DÜŞMANI şahıslar tam anlamı ile BATIYA döndürürler.
    Bütün bunlar tesadüf değildir, elbette. Anadolu insanının saflığı, hasbiliği, tok gönüllülüğü,
    samimi inancı ve İNANCININ KÜLTÜRÜNE tamı tamına sahip bulunmayışı hep bu neticeyi doğurur. Bu NİFAK (münafıklık-bozgunculuk), nitekim, DP döneminde Millet Partisini ve Hürriyet Partisini, AP döneminde Demokratik Partiyi Anap döneminde Doğruyol Partisini doğurmuştur. Ak Partinin de yeni doğumlara gebe olduğunu hep işitiyoruz.
    Eskiden beri, ayrılıp yeni partileri kuranlar daha idealist, daha dürüst, daha vatansever kişiler olmasına rağmen, “KALE” yi, zamanında gaflete dalıp, menfaat ve şeytanlıktan, ayak oyunlarından ve YEMLE(N)MEDEN uzak duruşları ve MÜSTAĞNİLİK ! yüzünden hep kaybetmiştir.
    Yeni Parti kuracaklar hatırı sayılır bir Gurup sayısına ulaşırsa, AK Partiye, yeniden bir kllavuz
    görevi görebilirler, belki.
    Fakat, TAYYİP beye temennimiz bu duruma mahal bırakmadan, ÜSTADI NFK’nın Talimatına
    uyarak, “ÖLMEDEN OLMASI” DIR. Bunun için de ÜSTADININ yaptığı ve ARVASİ Hazretlerine, Osman GAZİ’nin de EDEBALİ Hazretlerine teslim olduğu gibi HAKİKİ HUKUKU BİLEN Arif ve Kamil – sayısı da
    az kalmış – birkaç büyük ZATIN DEĞERLEMELERİNE itibar ederek, hem kendini, hem Partisini, hem dünyasını, hem ahiretini kurtarması ve ALLAH’ın herşeyi Bilen bir Şahid ve HAkim olduğunu, hakiki
    MÜREBBİ – AB değil – O Olduğunu ve de ” kadın yöneticilere ve sokakların imarına DAİR hadisleri ”
    de bilmesi, her daim HATIRDA TUTMASIDIR.
    Hep haramdan zengin olanlara değil, AVAMA da göz-kulak kesilmek lazımdır.

    • SORGUYA AÇIK BİR KONU:
      Allah’ın kelamında İyi bir devlet yöneticisinde bulunması gereken vasıfların bir kadın yöneticinin ağzından dile getirilmiş olması (enteresandır!) mesajının özel olarak muhakeme edilmesi gerektiğini düşünüyorum.Neml 32 den anlaşıldığına göre Kraliçe şimdiki zamanlara örnek olacak nitelikte oldukça liyakatli bir idareciymiş:

      Sebe kraliçesi dedi ki: “Ey ileri gelenler! Bana, Bismillahirrahmanirrahim diye başlayan ve ‘sakın bana karşı başkaldırmayın ve teslim olarak gelin’ diyen Süleyman’dan gönderilen önemli bir mektup bırakıldı.”

      “Değerli danışmanlarım, bu mesele hakkında görüşlerinizi istiyorum. Pek iyi bildiğiniz gibi, sizi çağırmadan, size danışmadan hiç bir meseleyi hükme bağlamam. ”

      Onlar: “Biz güçlü, kuvvetliyiz, savaşçı milletiz. Ama yetki sizindir, değerlendirip münasip gördüğünüz emri verin. ” dediler.

      “Doğrusu” dedi Kraliçe, hükümdarlar bir ülkeye girince oranın düzenini altüst eder, halkının eşrafını da sefil ve zelil ederler. Evet istilacılar hep böyle yaparlar.”Neml Suresi 29-34

      Görüşünde hata da yapsa Cemel Vakasında Hz.Peygamberin en yakınlarından Hz.Aişe’nin yöneticilik konumu değerlendirme için başka bir sorgu donesi olarak karşımızda bulunuyor.

      Karşı görüş sahiplerinin
      “Yönetimlerini kadına teslim eden bir toplum iflah olmaz.” anlamındaki hadise gelince, Hz. Peygamber bu sözüyle, başkanı bir kadın olan Sâsânî Devletinin kısa süre sonra yıkılacağını haber vermektedir. Nitekim bu devlet, kısa bir süre sonra yıkılmıştır.”
      şeklindeki itirazları da değerlendirilmeli.Buna ilişkin makul açıklamalar -Diyanet dahil -günümüz şartlarına göre yapılmış.

      20. yüzyıla kadar müslüman coğrafyasında kadın yönetici yoktu; doğru.Ancak 4 Halife’den sonra Şura’ya dayalı devlet Başkanı seçimi de olmadı.Yönetimler tasvip edilmeyen saltanat idaresi üzerinden yürüdü.

  7. “Cumhurbaşkanı Erdoğan‘ın “Yalnızca bir Türk gazeteciye soru hakkı var” dediğinde ”
    dikkatimi cekti (dikkat edilsin diye yazilmis herhalde ) merak edip baktim da ..iyi de erdoganin bu sekilde bir sozu yok ki orda ,

  8. %51 sendromu
    26 Temmuz 2019 Cuma

    “Beka”yı bir sorun olarak tanımlamak gibi %51 konusunu “sendrom”a dönüştürmek büyük bir yanılgı. Sendrom diye, “birbirleriyle ilişkisiz gibi görünen, ancak bir araya geldiklerinde tek bir olgu olarak kendilerini gösteren bulgular bütünü”ne deniyor Sonunda bu da bir “sorun yumağı”na verilen ad.

    %51 aslında tek başına sonuç açısından baktığımızda cumhuriyetçi/çoğunlukçu bir bakış açısı. Ama bu çoğunluğa ulaşmak için başkaları ile uzlaşmak zorunda olmanız bizi çoğulcu olmaya zorlaması açısından demokratik bir yaklaşım gibi gözükse de, sonunda toplumun bütününü kucaklayan ve onların çoğunluk içinde yer bulma ve çoğunluk tarafından haklarının korunma garantisi olmayınca ittifak, “son koalisyon” yerine “ön koalisyon”a dönüşüyor.

    Aslında bu yapılar bu haliyle, “Demokratik Cumhuriyet”ten çıkıp, “oligarşik uzlaşı”ya dönüşebilir. Demokrasi zemininden kayınca oportünist bir söylemle demagojik bir polemiğe dönüşür.

    Demokrasi de cumhuriyet de mutlak bir erdem / fazileti içinde barındırmaz. Bu yapılar ile güzel uygulamalar gerçekleştirilebileceği gibi, bunlar tekil olarak ya da birlikte bir felakete de dönüşebilir. Cumhuriyet rejimlerinin diktatörlüğe, demokratik devletlerin sınıfa dayalı parti diktatörlüğüne dönüştüğü gibi. Ya da kapitalist, emperyalist, sömürgeci devletlerin “Demokratik Cumhuriyet”le kendilerini etiketledikleri gibi. “Tekasür”e takılmayın, sonra kaybedenlerden olursunuz.

    Rejim devletin canıdır. İster dini, ister seküler temelli olsun, hiçbir rejim mutlak anlamda mükemmellik garantisine sahip değildir. Evet “Din” mükemmeldir. Peygamberler de “Mükemmel örneklerdir” ama bunun uygulamaya dönük yanına baktığımız da ya uygulayıcılar ya da toplum tabanında ciddi sorunlar yaşandığı da muhakkaktır.

    Peygamberimiz Peygamberlik gelmeden de “El emin” sıfatına sahip olsa da, hiçbir zaman toplumun çoğunluğunu arkasında bulmadı. Mekke döneminde de bu böyleydi, Medine döneminde de. Vefat etti geride kalanlar %51’i bulabildi mi? Peygamberimizin cenaze namazında bile çoğunluk sağlanamadı. Hz. Ali zamanına gelince zaten ümmetin ne hale düştüğü biliniyor. Yakub aleyhisselamın evinde yaşananlardan yola çıkarsanız sonuç ne olacaktır. Ya da Hz. Nuh, Hz. Lut.. Hangi örneği saymam gerek. Dikkatlerden kaçan bir nokta var. Peygamber Efendimiz zamanındaki seçim dini ve etnik topluluklar adına kullanılan oylarla yapılan bir seçim vardı. Yani “intihabı sani” sistemi. Amerikan anayasasını eyalet temsilcileri kendi aralarında oylamıştı. Mesela Magna Carta da derebeylerin kıralla bir uzlaşısı şeklinde kendini göstermişti. Çoğunluk ve/veya çoğulculuk önemsiz değil, ama bunlar her zaman hak ve hakikatin ölçüsü değildir ve olamaz.

    Bizde mahkemeler millet adına karar verir ama mahkemede millet temsilcisi yok. Sovyetlerde halk mahkemeleri vardı, Amerika’da hâlâ halk temsilcileri olur. Halk temsilcisi oldu diye mahkemeler her zaman doğru karar verecek diye bir şey yok. Bütün bunlar bir kontrol mekanizması.

    Yasama, yürütme, yargıyı niye ayırıyoruz!. Devleti bölüyoruz yani! Yasal bir bölücülük yapıyoruz!. Maksat servet, silah ve iktidar tek elde toplanmasın diye, hepsi birbirini denetlesin diye.

    Particilik bölücülüktür. “Part” İngilizce “parça” demektir. Madem toplum, dini, etnik, politik, vicdani kanaat farklıklarına sahip parçalardan oluşuyor, onlar kendilerini iktidar veya politik olarak ifade edebilsinler diye. “Siyasi Parti”, “siyasi parça” demektir. Parça kendini bütünün yerine koyduğunda “kendi başına” kalır. İşte o zaman ondan korkmak gerekir. Bu anlayış, “Beni bana bırakma Rabbim” anlayışının dışındadır.

    O zaman iktidarlar başkalarının, ötekilerinin müdahalesine, eline, etkisine mecbur kalabilir. Bu mümkün. Bunu “ebed”e karşı tehdit olarak algılamak, devlete “mutlak” ve “kutsal” bir anlam yüklemekle ilgilidir. Herkes diğerine göre “öteki”dir. Ötekini tehdit olarak görür ve bunu ebed sorunu olarak tanımlarsanız bu siyasal sistemin kangrenleşmesi, kanserleşmesi anlamına gelir. Bu çatışmanın dinamiğini ateşler. Devletin, anayasa ve yasaların varlık ve meşruiyet temeli bellidir. Aslolan adalettir. Adaletin temelinde hukuk olacaktır ve hukuk da hak kavramına dayanacaktır bizim inancımıza göre. Ve tartışma dışı olan 5 temel emniyet vardır: Mal, can, namus, akıl, inanç ve nesil emniyeti. Bunlara yönelik bir tehdit kabul edilemez. Bunları korumayan, bunlara yönelik tehdit oluşturan ve hukuka uygun olmayan her yasa suç aletidir ve her uygulama ifsat, masiyet, her uygulayıcı müfsittir.

    İlle de başarılı olacağız diye bir şey yok.. Her Peygamber de bu dar anlamda başarılı olmadı. Sonuçta her topluluk layık olduğu gibi idare olunacaktır. Yönetici, ülke ve halkı kurtarma iddiasına kalkarsa; bu İlahlık ve Rablik iddiası olur. Ama halkını Hakk’a, adalete çağırırsa, liyakatlerini yükseltirse, umulur ki Allah onlara adil yöneticiler ve umran verecek ve onlar yeryüzünde Allah’ın rızasının tecellisinin vesilesi olmak üzere malları, canları ve sevdikleri ile cihad edeceklerdir. Allah da onları yeryüzünün varisi kılacak yeryüzünü onlara mescid kılacaktır. Fasık bir toplumun haram malla umrana ermesi onlar için İlahi gazabı artırmaktan başka bir anlam da taşımaz ve o umran büyük bir yıkılışla son bulur. Değilse babaları Peygamber de olsa, başkalarına da kıral olsa yine helak olacaklardır.

    Kalabalıklara güvenmeyin. Ayaktaysanız ve onlara mal ve makam dağıtıyorsanız alkışlarlar, yorulur, oturursanız, önce başınızdan dağılır ve ardından saldırırlar ve sizden uzaklaşırlar, düşerseniz vururlar. Bu işler böyledir. Aşkla öfke arasındaki sınır kıldan incedir. “Meta”, “menfaat” üzere kurulan dostluklar çabuk bozulur ve düşmanlığa dönüşür.

    Müslüman topluluklar içinde de bu böyledir. Peygamberimiz vefat edince irtidat edenler olmadı mı? Kur’an-ı Kerim niye “ey iman edenler iman ediniz” der, ya da “Mü’min olduk demeyin, Müslüman olduk deyin” ne anlama gelir.

    Geçen gün bir arkadaş, Hz. İbrahim’in babasını İslam’a davet edişini anlattı. O Peygambere Allah, “Git firavuna güzel söz ve hikmetle hakkı tebliğ et” dememiş mi idi! Hani “Davetçi” olacaktık! En uzaktakileri bile kendimiz için değil Hak namına kazanacaktık. Hiç olmazsa ortak bir kelime üzerinde uzlaşacak, önce onları İslam’a düşmanlıktan uzaklaştırıp, kalplerini İslam’a ısındıracak, Müellefetül Gulub yapacak, Hılful Fudûlü örgütleyecektik?! Kendimize çağırmayacaktık, Allah’a, Resulüne ve kitaba çağıracaktık, değilse adalet barış ve hürriyet temelinde farklılıklarımıza rağmen barış içinde bir arada yaşamak için bir ittifak ve itilaf zemini oluşturacaktık.

    Ne oldu böyle bize, savruluyoruz. Daveti kendimize tabi olmalarını istemek şeklinde yapıyoruz, istişare ve şûradan uzaklaşıyoruz. Hani merhametimiz gazabımızdan, sevgimiz nefretimizden büyük olacaktı? Herkesi Allah’a, Resulüne, kitaba çağıracaktık? Olmuyorsa onları ahlaka, vicdana, adalete, barışa çağırarak İslam’a yakınlaştıracaktık? Haber veriyorum: Sert davranırsak başımızdan dağılıp gidecekler. Biz cehennem zebanisi değiliz. İnsanları Hakk’a ve hayra çağıralım. Kendi mezhebimize, tarikatımıza, liderimize, örgütümüze değil. Yoksa kaybedenlerden oluruz. Hakk’ı kazandıktan sonra malımızı, canımızı, sevdiklerimizi kaybetsek ne gam! Dünyaları kazansak, Hakk’ı kaybettikten sonra ne değeri var ki! Asıl mesele, “Baki olan Allah’ın beka yurdunda konuk olmak”tır.

    Selâm ve dua ile.a.dilipak dan ALINTI

  9. Malezya başbakanını davet etme sebepleri, seçimleri nasil kazandiğını ögrenmek için olmasınmı?

    Bizdeki siyasilerin muhalefet olsun ihtidar olsun dertleri ülke ve millet değil koltuklarini nasil ve mümkün olduğu kadar uzun koruyabilmek… çünkü onlar elleri ve akılları ile değil dilleri ile işlerini hallediyorlar.

    Terör olmasa bunlar hayatta seçim kazanamaz. Bizim millet politikacilara evlatlarini kurbanlik koyun gibi! Seve seve kurban veriyorlar.

    Oysaki ihtidar ve muhalefet şu an isteseler pkkyı rahatlikla bitire bilirler….. bunlar terörü bitirmek için liderlerini muhatap almazlr.
    Oya sıra gelince hiç düşunmeden rahatlıkla devlet televiziyonlarini emirlerine verdiriyorlar.

    Bu arada Ocak Medya yazarlarinda Sn.Mehmet Tekelioğlu, 15 Temmuzla ilgili tefferuha girmeden epeyce aydinlatici bir yazi yazmiş.
    InşAllah gerçekler tez günlerde aydinlanir…15 Temmuz gecesi her ne kadar birileri için Allahin bir lütfü olsada. Ülkede yaşamak gariban insanlar icin cehenneme azabina döndü.

    Ülkeyi cehenneme çevirenler, mahsunlara çektirdiklerinin karşılığını ölmaden önce bu dünyada fazlasi ile çekerler…

  10. Onlarda, bizdeki MHP benzeri bir parti yoktu sanırım. Olsaydı o ikinci yol hep akamete uğrardı.
    İkinci yol bizde de pek çok kere denendi ama hep manipule edildi başarısız olması sağlandı.
    Hz. Peygamber Mekkeyi fethedince Ebu Süfyanı asmadı, yine Mekkenin başkanı olarak bıraktı ve üstüne üstlük 500 deve de hediye etti. Ayrıca bir kaç ileri gelen lideri de 300 er deve ile ödüllendirdi. Onları yenerek hem maddi üstünlük sağladı, hediye vererek de manevi üstünlük sağladı.
    Gerçek siyaset işte böyle bir şey. Önce mutlak manada yeneceksin ama sonra kamunun önünde reddedemiyeceği bir ödül ve makam vereceksin. O artık tekrar isyan ve fitne çıkaramaz.
    Saygılarımla.

  11. Medya neden iktidara calisir.
    Her konuda gozu kapali iktidari destekledigi sanarsiniz.
    Bu sadece ortak cikarlar ortustugunde olur.
    Bizim medyanin kahir ekseriyeti iktidarla doku uyusmazligi var.
    Bir donem icin simdilik ortak menfeatler icin koalisyon var sadece.
    IBB de kucuk bir ruzgarda nasilda heyacanlandiklarini goren gozler goruyor.
    Aslinda iktidar ve tek adam cok yalniz.
    Sadece verilmis bir gorev icin yolundaki taslar temizleniyor.
    Gorevinin tamamlanildigina karar verildigi an once daha yakinlari budanacak sonra bir kutuk gibi tek basina birakilacak(siyasi ayak vaveylalarinin nedeni budama zamaninin geldigini gosteriyor)
    Medya ne dusunecegimizi ve konusacagimizi coklukla karar veriyor.
    Fehmi bey olmasa Malezya devlet baskanininTurkiye ziyaretinden haberimiz olmayacak.Hergun gazete mansetlerini izlerim ve internet ortami da haberleri takip ederim oysa.
    Demek medya istemedigi konularda kor ve sagir olabiliyor.
    Yakin bir zamanda kendi medyasi zannettikleri bir anda etrafinda bulamaz.
    Tersten esen sert bir ruzgara bakar.
    Ruzgarin artik devam edecegine inandiklari an daha net goruruz pozisyonlarinin nasil degistigini.
    AKP nin fabrika ayarlarina(kurulus ayarlar) donme korkusu fena halde tedirgin ediyor bunlari.
    Hersey de vardir bir hayir.
    Ya yeni parti yada AKP kurulus ilkelerine donecek.
    Kendimizden once sikayet etmemiz lazim.
    Yoneticilerimiz bizim aynadaki aksimiz aslinda.
    Herkes yolsuzluktan sikayèt eder sanirsiniz ,oysa sikayet hortumun capiyla alakali.
    Biz iyi olunca yoneticilerimizde iyi olmak zorunda olacaktir.
    Malezya haberiniz iktidarin ne kadar kusatilmis oldugunu gosteriyor.
    D.P.

    • Bu Güzel tespitlere katılmakla beraber;
      Kalabalıklara güvenmeyin. Ayaktaysanız ve onlara mal ve makam dağıtıyorsanız alkışlarlar, yorulur, oturursanız, önce başınızdan dağılır ve ardından saldırırlar ve sizden uzaklaşırlar, düşerseniz vururlar. Bu işler böyledir. Aşkla öfke arasındaki sınır kıldan incedir. “Meta”, “menfaat” üzere kurulan dostluklar çabuk bozulur ve düşmanlığa dönüşür.

      Müslüman topluluklar içinde de bu böyledir. Peygamberimiz vefat edince irtidat edenler olmadı mı? Kur’an-ı Kerim niye “ey iman edenler iman ediniz” der, ya da “Mü’min olduk demeyin, Müslüman olduk deyin” ne anlama gelir.

Yoruma kapalı.