NATO’da kim kazançlı çıktı? Türkiye zafer kazandı mı? İktidar bu moralle seçime gider mi?

49
Reklam

Madrid’te yapılan NATO zirvesinden Türkiye zaferle mi çıktı?

Herkesin cevabını merak ettiği soru bu. Zirve öncesinde yapılan, Türkiye yanında İsveç ve Finlandiya liderleriyle NATO genel sekreterinin katıldığı dörtlü toplantıdan ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın ABD başkanı Joe Biden’le buluşmasından sonra yapılan açıklamalar, zirve bildirisi ve hatta üye ülke yöneticilerinin aile fotoğrafları hep o soruya cevap için dikkatle inceleniyor. 

Dikkatle inceleniyor da ne oluyor, bir sonuca varılabiliyor mu?

İktidar cephesinden gelen mesajlar ‘zafer kazanıldığı’ yolunda; AK Parti ve MHP sonuçtan memnun ama memnun kalmayan da var: Cephenin en küçük ortağı Vatan Partisi… 

Muhalefet ise dağın fare doğurduğu, ortada ‘zafer’ denilmeyi hak edecek elle tutulur bir sonuç bulunmadığı iddiasında.

Ortak metne imzalar atılırken yüzlere yansıyan gerilimden hareketle tahminde bulunanlar da var.

Bana bu yaşananlar eskinin sünnet törenlerini hatırlatıyor. Çoktandır o konuda kolaya kaçıldığı için unutulmuş olabilir; erkek çocuğun bir organından küçük bir deri parçasının cerrahi müdahaleye uğratılması demek olan sünnette, o işlem bittiğinde, katılımcılar “Oldu da bitti, maşallah” diye hep bir ağızdan yüksek sesle bağırırlardı.

Küçük çocuğun acıdan ciyaklamasını bastırmak amacıyla… 

Reklam

Evet, bana o patırtıyı hatırlatıyor zirve sonrası medyamıza yansıyan gürültü…

NATO bu zirvede 30 üye olarak toplandı. Türkiye’nin vetosunu kaldırmasıyla NATO’nun üye sayısı 32’ye çıkmış olacak. Ülkesinin üyeliği söz konusu olmadığı halde Voledymyr Zelensky de davetliydi; öyleyse Ukrayna’yı da ‘fahri üye’ sayabiliriz.  

Bir süre öncesine kadar varlık sebebi sorgulanmakta olan bir ittifak görüntüsündeydi NATO, bu zirveyle eski ‘düşman’ Rusya’yı üye ve aday üyeleriyle çevrelemiş, silkinip kendine gelmiş bir hale kavuştuğuna bakılırsa, toplantıdan esas kazanarak çıkanın NATO olduğu söylenebilir.

Aday olmak için başvuruları zirvede kabul edildiği düşünülürse, İsveç ve Finlandiya da bu tabloda kazananlar arasında mütalaa edilebilir.

Sünnet alegorisine devam edersek, itirazcı ile itiraz edilenler arasındaki ihtilafı sona erdirmede bir tür ‘kirve’ rolü üstlenen, ülkesinde siyasi tarihin en düşük güvene sahip başkanı durumundaki Joe Biden de zirvede yüzü gülenlerden…

Neşesi fotoğraflara da yansıyor zaten…

Ya Türkiye? Ülkemiz bu zirvenin kazananları arasında mı?

Olayın muhasebesine ülkeler açısından yaklaşmanın yanlış olduğu kanısındayım. Ülkeler, ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar, NATO zirvesinin önceden belirlenmiş gündemi içerisinde yer almayan konuları tartıştırmada sonuç alamazlar.

Reklam

Türkiye daha önce de, 2009 yılında, NATO zirvesine gidilirken önem verdiği bir konuda tavır almış, ABD’nin o zamanki başkanı Barack Obama’nın da desteklediği Danimarka başbakanı Anders Fogh Rasmussen’in genel sekreter olmasını engellemek istemişti.

İtiraz sebebi, Rasmussen’in bir Danimarka gazetesinde çıkan İslam Peygamberi’ni karikatür konusu yapan bir yayını basın özgürlüğü içerisinde değerlendirmesiydi. 

NATO’ya bir Türk genel sekreter yardımcısı atanması karşılığında Türkiye o itirazından vazgeçmişti.

Elle tutulur bir kazanım aranıyorsa o ihtilafta ülkemizin kazanımı buydu, NATO genel sekreter yardımcılığı…

Bu defa da hiçbir şey elde edilemediği söylenemez; yalnız İsveç ve Finlandiya değil diğer NATO ülkeleri de Türkiye’nin hassasiyet gösterilmesini beklediği konularda bundan böyle biraz daha dikkatli olacaklardır.

O kadar mı? Evet, o kadar. Kararların oybirliği ile alınması kuralının geçerli olduğu bir örgütte, üye ülkelerin tek başlarına yapabileceklerinin sınırı fazla geniş değildir. Türkiye, hem 2009’da hem de bu hafta, zirvenin tek itirazcısı konumundaydı. İtirazlarında birkaç ülkeyi daha yanına çekebilseydi durum farklı olabilirdi; tek başına ancak bu kadar olabilirdi ve o oldu.

Türkiye üye olduğu platformlarda kendisiyle birlikte hareket edebilecek bir blok oluşturmadan ihtilaflardan fazla başarıyla çıkamaz.

Unutulmasın: Ülkemiz 2008 yılında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine aday olduğunda, 192 ülkeden tam 151’inin desteğini almayı başarabilmişti. [Yakın tarihlerde iki kez daha aynı göreve aday olundu, fakat başarı sağlanamadı.]

NATO’da ve kararların oybirliğiyle alınabildiği başka uluslararası örgütlerde ülkelerin tek başına başarılı olabilmesi zordur; bu sebeple üye ülkeler Türkiye’nin birkaç kez denediği türden çıkışlar yapmaktan kaçınır, onun yerine, zirve tarihlerinin öncesinde diplomatik taarruz başlatır ve önemsedikleri konunun gündeme gelmesini -daha çok da gündeme gelmemesini- sağlamaya çalışırlar.

Gündem arzuları hilafına oluşmuşsa, güçlerini kazanamayacakları bir mücadelede zayi etmekten kaçınırlar.

Veto hakkını kullanma girişimi bu yüzden Türkiye için başarı veya başarısızlığın mihenk taşı haline getirilemez.

Zaten konunun baştan itibaren ele alınışı, ülke adına sonuç getirecek bir girişim olmaktan çok, itirazın içeride kullanmaya yönelik bir mesaj değeri olduğunu düşündürüyor.

“Türkiye’nin haklı olduğuna inandığı ciddi kaygı konuları var ve ülkeyi yöneten siyasi kadrolar da onları her zeminde dile getirmeyi görev biliyor” mesajı bu.

Yazımın başlarında sorduğum “Türkiye zirvenin kazananları arasında mı?” sorusuna bu yönden cevap vermek daha kolay.

İktidar cephesinin de konuya bu yönden yaklaştığını ve sonuçtan memnun kaldığını sanıyorum.

Joe Biden’le uzunca bir baş başa görüşme sağlandı. [Yazının girişindeki fotoğrafa bu gözle bakmanızı beklerim.]

Zirve öncesi, sırası ve sonrasında adı uluslararası medyada en fazla anılan ülke Türkiye ve lider de Cumhurbaşkanı Erdoğan’dı.

Eğer ekonomik sıkıntıları hafifletecek birkaç adım da atılabilirse, buna ek olarak Madrid’ten ülkeye yansıyan dış politikada başarı görüntüsü, iktidarın seçime gitme konusundaki tereddütlerini giderecek morali de sağlayabilir.

‘Pirüs zaferi’ deyimini işitmiş miydiniz?

Neyse, nefes almak ve okura nefes alma fırsatı tanımak üzere, yazıyı burada sonlandırsam iyi olacak.

ΩΩΩΩ 

Reklam

49 YORUMLAR

  1. Hadi bakalım. ARMUT ZAFERINIZ hayırlı olsun.
    ABD dış işleri bakanı gazetecilerden Türkiye kabul etmiyor diye soranlara sorusuna Türkiyen’in sorun çıkaracağı nı zannetmiyorum diye cavap veriyordu.
    Adaylardan birinin Bakanı de Türkiye bizden isdedikleri terörist lisesinde 4 – “yıl önce ölenler ile birlikte mahkemelerce terörist olduklarına dair her hangi bir karar yok. ÖLÜLERİ kem”iklerinimi göndereceğiz
    Açıkcası Türkiyen’in verdiği listelerde her hangi bir terör örgütü ne üye olan yok.
    Zaten bizim mahkemelerimiz bağımsız ve kimse onlara müdahale edemez.
    Bu son olayda bizim kalmamış ilkelerimiz eksilere düşürdü.
    Olsun nasıl olsa içimizde palavralara inanan %30 luk havuz izleyicisi var onlar bunu zafer olarak kabul ederler, onlarında ARMUT Zaferlerini kutlamakta her hangbir engel yok i(karışık meyveler yerine en uygunu armut olduğu içi) ARMUT ZAFERİ diye yazdım.
    Son günlerde Erdoğan 2003 kere geri döndü. İçeriyi bilmemde acaba dışarıdakiler yani HAVUZ VE ÇEVRESİNE göre dış güçler ona inanırlar’mi? İnanacaklarıni zannetmiyorum. Yalnız Erdoğan her ne kadar 180° değişsede Kimseler ona inanmazlar zaten inansalar’da arkasında 2003 ekibi yok (Gül, Babacan, Atalay,) harcadı ğı değerler yok.

    • “Türkiye Madrid’de zafer kazanmış.”
      Nasıl bir zafer bu?
      Muhalefet alkışlamış mı?
      Hayır.
      Öyleyse durun bir dakika:
      Muhalefetin alkışlamadığı zafere zafer demem ben…
      Zirveyi iyi okuyun.
      Mutlaka hezimet’tir o.

  2. Türkiye siyasetini ve son yıllarda yaşananları anlamak için biraz geri çekilip bakmak lazım. Bugünki düzeni kuranlar çoğunlukla bizim gözümüzün önüne küçük birşeyi çok yaklaştırarak esas tabloyu saklıyorlar. Dün, 15 Temmuz çözülmeden Türkiye normalleşemez demiştim. Şimdi devamını yazıyorum. Türkiye’nin normalleşmesine iktidar sahipleri asla razı olmazlar (Sakın bunu Ak Parti olarak anlamayın. İktidarda olan Erdoğan ve ortakları. Ak Parti vitrin süsünden az öte). Nitekim ne zaman azıcık normalleşse bu devletlular bize yeni ve yerli bir problem ürettiler.
    Daha eskiye gidebilirim ama 1960’dan başlayalım. 27 Mayıs 1960’da müesses nizamı tehlikede gören “iktidar sahipleri” darbe yaptı ve herşeyi yeniden düzenlediler. Bu darbe ve artçı darbeleri (bazısı başarılı, bazısı başarısız ama genelde kurulan düzen devam etti) 2010 Referandumuna kadar hükmünü açıkca icra etti. 2010 Referandumu ile Türkiye’de yeni bir dönem başladı. Artık asker üzerinden siyaseti dizayn devri bitti. Zaten askerlerin darbe yapma şansı 28 Şubat sonrasında gittikçe azalmıştı. Artık tamamen ortadan kalktı. Güç tamamen siyasi iktidara geçti ama onlar bunu istismar ettiler. Ve geldik 2013’e.
    17/25 Aralık sonrası yeni bir ittifak ile yeniden eski düzenin bir versiyonu yürürlüğe girdi. Yeni düzende Eski Türkiye’nin güç odakları (laikler, beyaz Türkler) daha geri planda olmakla beraber güçlerini kısmen korudular. Kendilerine bir büyük ortak (biraz tartışmalı ama) aldılar: Erdoğan ve bir grup İslamcı.
    Bana göre 15 Temmuz bir darbe değil, bir darbe teşebbüsü de değil. Çünkü her darbenin bir mantığı ve planı vardır. Bunda hiçbiri yok. Detayları tartıştık, daha da tartışırız (moderatörün izin verdiği kadar tabii). 15 Temmuz, 20 Temmuz için hazırlanan bir şey (adını siz koyun, ister proje, ister gösteri, ister facia, ne isterseniz onu deyin). Yoksa devlet işlerinde olmayacak şeyler normalmiş gibi üzeri örtülüp geçilmezdi. Yani hiçbirşeyden haberi olmayan 3 günlük eri müebbet hapse mahkum edenler G. Kurmay Başkanını ödüllendirmezlerdi.
    Şimdi bu kargaşada kim kaybetti? Türkiye’deki normal halk kaybetti. Zaten Cumhuriyet’in başından beri hakim olan elitler (o dönemin ruhundan dolayı laik ve Kemalist idiler) kaybetmiş zannediliyor ama öyle değil.
    1-Bürokraside esas rakipleri olan başarılı halk çocukları KHKlar ile atıldı ve potansiyel rakiplerin önü kesildi. Muhafazakar ve liberal tabandan gelecek rakipler sadece İslamcılara indirgendi. İslamcılar şu ana kadar hiç bir alanda iyi performans gösteremedi. Zaten beğenmedikleri İslamcıları da kolayca “fütü” çuvalına atıp devre dışı bıraktılar.
    2-İş dünyasında esas rakipleri olan Anadolu sermayesi talan edildi. Erdoğan’ın çevresindeki bir avuç İslamcı görünümlü kişi var, devleti soyuyor görünümündeler. İktidarları bitince muhtemelen çoğunun İslamcılığı bitecek. Gelen iktidar istediğinin malını rahatça alabilir.
    3-Muhafazakarlar ve liberal demokratlar ahlaki üstünlüğü ve söylem hakimiyetini kaybettiler.
    Artık Türkiye AB üyesi bir demokratik ülke değil, bir Baas rejimi görünümünde. Ülkeye hakim elitler bundan mutlu olmalı.
    Özetle ülke Ortadoğu’da oyun kurucu olabilirken MbS’den para dilenen, ne yaptığı belli olmayan bir ülke oldu. Şimdi hangimiz ülkenin normal seçime gideceğini ve güven içinde seçim yapılacağını bekliyor?
    Konunun Cemaatle ilgisini de bir gün yazmaya çalışayım. Şimdilik bu kadar.

  3. Fuat Uğur ile ilgili muhalifler eleştirel yazdılar burada, yandaşlar ise sahip çıkmadılar bile sustular sadece. Ben farklı düşünüyorum. Fuat Uğur bence önemli bir gazetecilik görevi yaptı. Kulağına gelen duyumları yazdı ve yazdıkları doğru da çıktı. Sadece o değil, yazdıkları aslında iktidarın söylediklerinin ve ülkedeki genel kabulün ötesinde bir şeyler söylüyor. Darbenin yapılacağını, kimlerin yapacağını, iktidarın hazır olduğunu, darbeyi yaptıklarında bu kişilerin nasıl tek tek avlanacağını aylar önce yazmış. Bu duyumlarının hepsi 3 ayda aynen gerçekleşiyor. Bu durumda aslında Fuat Uğur bir gazetecilik ödülü hakediyor ve mutlaka verilmeli diye düşünüyorum.

    Bu tespitler evet aslında bir şey daha söylüyor. Fuat Uğur, muhalefetin tiyatro iddiasını da aynen doğrulamış oluyor. Buna yandaşlar da eminim inanıyorlar ama şimdilik inkar ediliyor. O tiyatro da şu. 15 Temmuz önceden biliniyor elbette. Bu kadar gazetelerde olacağı yazılmış bir olay es geçilmiş olamaz. Yoksa istihbarat şefi hala o koltukta oturuyor olamazdı. Bilmekle kalmıyorlar, olaya çok sıkı bir hazırlık da yapılmış, yani bu avlama meselesi. Neler mesela, örgüt elemanları çok önceden çok detaylı tespit edilmiş. Yazışmaları takip edilmiş. Kullandıkları yazılım, ByLock, deşifre edilmiş. Üyelerin listesi yapılmış. Darbe eylemi başladığında yapılacaklar çok detaylı çalışılmış. Nereler nasıl tahkim edilecek, kim nerede olacak, CB güvenliği nasıl sağlanacak gibi. Bir tek başbakanı “unutmuş” görünüyorlar. Ateş arasında kalıyor, telefon ettiği halde istihbarat başkanına ulaşamıyor, daha sonra bu “projeyi” (kendi ifadesi) hiç sevmediğini TV’de açıklıyor ve istihbarat şefini görevden almasına da izin verilmiyor. Buradan acaba o da bu tiyatroda kurban olarak mı seçilmişti sorusu akla geliyor.

    Yine tiyatro dememizin sebebi, iktidar bunların hepsini inkar ediyor ve hiç haberleri yokmuş gibi (eniştemden duydum gibi) farklı bir hikaye anlatıyorlar. O yüzden anlatılanlar aslında bir kurgu. Ve hikayedeki pek çok tutarsızlık da ortaya çıktı. Gerçek ise Fuat Uğur’un aylar öncesinden yazdıkları. O yüzden benim gözümde Uğur önemli bir gazetecilik görevini yapmış ve Plutzer almayı hakediyor bence. Türkiye’de çoğu gazeteci eminim haberdardı ve bir tek o yazmaya cesaret etmiş görünüyor. Hakkı tespit edilmeli.

  4. Sayı KORU!
    NATO’kararların “oybirliği” ile alınması Türkiye’nin elini zayıflatmak bir yana, son derece güçlü olmasına neden olmuştur.
    Onun için dil dökmüşler, daha doğrusu dil döker gibi yapmışlardır.
    Bizim kamuoyuna oynama talebi nedeniyle, böyle bir yol haritası benimsenmiştir.
    Kararlar “oyçokluğu” ile olsaydı Türkiye’nin esamesi bile okunmazdı. İçeriye oynama talebi bile karşılanmadı.

  5. “Ender
    30 Haziran 2022 At 09:49
    Hep unutuluyor ve unutturulmaya çalışılıyor. Türkiye NATO’ya girdi, çünkü Rusya tehdit ediyordu işgal etmekle.”
    ENDERCİM HATIRLATMAN İÇİN SAĞOL DA,
    SEN DEĞİLMİYDİN DAHA GEÇENLERDE UKRAYNA SAVAŞI BAŞLARKEN “MADEM DONETSK/LUHANSK BÖLGESİNDEKİ RUSLAR REFERANDUM FİLAN DA YAPMIŞLAR,
    VERİN GİTSİN RUSYAYA” DİYE ÖTÜYORDUN,
    ŞİMDİ ARDAHAN KARSIN DERDİ SENİ Mİ GERDİ?
    BUGÜN RUSYA İLE KARA SINIRIMIZ YOK, ORALARI İSTESE İSTESE ANCAK ERMENİSTAN BİZDEN İSTEYEBİLİR,
    DEDİĞİN GİBİ ONLARA DA FEDA OLSUN YANİ, LAFI MI OLUR?

  6. “Cephenin en küçük ortağı Vatan Partisi…”
    NİN LİDERİ OLACAK ELEMAN
    EN SON KAVALA DAVASINDA VERİLEN KARARA KARŞI AVUKATLIK YAPIYORDU,
    YANLIŞ ANLAMA OLMASIN,
    SAVUNMA AVUKATIYDI,
    NE İŞ???

  7. ULUSALCI ORTAĞIN TEPKİSİ
    NATO zirvesi sonrası iktidarın görünüşte en küçük, ancak fiilen en etkili ulusalcı ortağın olumsuz tepkisine bakarsak,
    tavizin sadece İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya kabulü ile sınırlı olmadığı, perde arkasında kayda değer başka tornistanların da olduğu anlaşılıyor.

  8. Sayın yazar “Kararların oybirliği ile alınması kuralının geçerli olduğu bir örgütte, üye ülkelerin tek başlarına yapabileceklerinin sınırı fazla geniş değildir.” diyor ama ab üyesi bulgaristan bütün avrupa birliğine diz çöktürdü, bit kadar makedonyanın üzerinde eşekler gibi tepiniyor, eee???

  9. Osman Kavala, Isveҫ, Finlandiya veya Almanya’da yaṣasaydı gezi konusundaki suҫlamalar nedeniyle büyük ihtimalle hakim karṣısına bile ҫıkmazdı.

    Bizde ağırlaṣtırılmıṣ müebbet cezası aldı.

    Türkiye’nin önemli sorunu kendi adaleti, Isveҫ’te yapılan PKK yanı eylemlerde PKK bayrağı aҫılması değil.

    Bavyera’da 2019 yılında bir gösteride YPG bayrağı taṣıyan ṣahsa alt mahkemenin verdiği 2400 € para cezasını bozan Bavyera üst mahkemesi, bayrağın yasak olmadığına karar verdi.

    Bir ҫok Avrupa ülkesinin terör, terörist ve ifade özgürlüğü kavramlarından anladıkları bizim anladıklarımızdan ҫok farklı.

    Avrupa Konseyinden atılma tehlikesinde olan Türkiye’nin, sadece Isveҫ ve Finlandiya ile değil, demokrasisi iṣleyen bütün ülkelerle bir adalet sorunu var.

    • Almancı arkadaş,
      daha düne kadar sövüp saydığınız bu eleman(görünüşte en küçük, ancak fiilen en etkili ulusalcı ortak)
      kavala davasında türk yargısının verdiği kararı siyasi bulduğu için yerden yere vuruyor ve “altınçağındaki yargıya bronz bulaştı!” diye yeri göğü inletiyor, ne iş????

  10. TR ‘de ne olur ne ederler ne ekerler ne biçerler bundan sonra ben bilemem ama,
    Batı işini yürütüyor usul usul ve inceden inceden..
    Yunan kıyılarına demir atmış, kuzeyden de işi kotarmış, nerdeyse Karadeniz’in dbine sondaj kulesi dikmediği kalmış batı…!
    Kim tutar seni be..?
    Ha bu arada kim mi zarar eder? Kim mi kesesinden verir, yer..?
    Tabiki doğudan batıya doğru hücum eden Attila Cengizhan Humeyni giller Çinliler Hintliler.. daha kimbilir kimler.!
    Belliki batı gardını almış bundan sonra,
    Sen kendi derdine çare aramaya başla!…
    Midılestnato mu kurar sana, köprüyap gelendende geçendende .. mi der bana,
    Ayağını denk al putin bundan sonra…
    Artık ne planlamışsa🤗

  11. Hep unutuluyor ve unutturulmaya çalışılıyor. Türkiye NATO’ya girdi, çünkü Rusya tehdit ediyordu işgal etmekle. Bugün de Ukrayna, Rus işgali altında, Finlandiya ve İsveç de aynı sebeple NATO şemsiyesi altına girmek istiyor. Türkiye ise her bakımdan tutarsız davranıyor bugün. Rusya’dan stratejik silahlar alıyor (ve kullanamıyor), Rusya ile stratejik ilişkiler geliştirme heveslisi gibi davranıyor (Şanghay beşlisi, ama yüz verilmiyor), yeni NATO üyesi olmak isteyenler olunca mız mız yapıyor (bir şey de elde edemiyor). Yani nereden bakarsanız bakın tutarsız ve ilkesiz davranıyor izlenimi veriyor. Bu yüzden herkes idare ediyor ama ciddiye de almıyor. Evet ortaklar Türkiye’nin çıkarlarına aykırı işler yapıyorlar. Ama bu hep karşılıklı. Türkiye ortaklarla birlikte hareket etme kabiliyeti zayıf bir ülke. İstediklerini almak konusunda ve karşılıklı ilişkilerde çok beceriksiz davranıyor. Yeterince usta bir oyuncu olmayınca da hep eli boş kalıyor. Buna karşı da mız mız yapmaktan öteye bir şey yapamıyor. Ayrıca sürekli içerde batı karşıtı bir propaganda yürütülüyor. Dış güçler diye de ne olduğu belirsiz bir düşman yaratılıyor. Biliyoruz ki bu içeriye verilen siyasi bir mesaj sadece. Dışarda istediğini alamayan ve telefon başında bekleyen bir Türkiye var. Pazarlık konusunda iyi değil. Verdiklerine karşılık almayı beceremiyor. Parasını verip de uçakları alamadığımız gibi. Bunlar hep Türkiye’yi zayıflatan ve zayıf gösteren durumlar. İçerde atıp tutmakla siyaset yapılmaz. Siz her açıdan zayıfsanız, iç barışınızı sağlayamamışsanız, dışarda da böyle hep çakarlar. Türkiye öncelikle demokrasiye dönüş yapmalı, iç barışını sağlamalı, daha güçlü hale gelmeli, ondan sonra ortaklarla daha eşit şartlarda pazarlık yapabilir olmalı.

    • Bir görünen vardır bir de görmek istenen ! 15 Temmuz u tiyatro olarak görenler için , Erdoğanın bir daha seçilmediğini görmek de aynı şeydir. Hayallerinle mutluluklar yaşaman ne güzel senin için . Sakın uyanma !

      • Görünen köy klavuz istemez. 15 Temmuzun neden tiyatro olduğunu çok detaylı yazdım ve sorguladım. Ama kimse ne itiraz ediyor ne cevap veriyor. Sadece inkar var. Bir kahramanlık hikayesi olmadığı açık. Erdoğan, muz cumhuriyetlerindeki gibi tekrar tekrar seçilebilir ama marifet bu değil. Demokrasi ve hukuk artık seçilmemesi gerektiğini söylüyor. Ayrıca kimsenin mutlu olmak için bir sebebi de kalmadı. En mutsuz ülkeler sıralamasında başı çekiyoruz. Anketle sabit. Birileri için uyanma zamanı gelmedi mi artık?

  12. YALAN BAĞIMLILIĞI
    “Mitomani”, yalan söyleme hastalığının teknik adı.
    Ülkemizi yönetenler yalan söylemeden bir saniye bile uyuyamaz. Bir helal lokma yerler ise komalık olurlar.
    Yalan söylemenin psikolojik tarifi ve tanımı var.
    Ancak yalan duyma ve dinleme bağımlılığının ve hastalığının yok.
    Ülkemizde asıl ihtiyaç bu bilimsel tanı.
    Çok ciddi sayıda vatandaşımız yalan duymak istiyor.
    Doğru söyleyenleri derhal vatan haini ilan ediyor.
    Doğruluğu konusunda emin olmadığın, tereddüt yaşadığın bir fikrin mi var?
    Bu vatandaşlara sor. Seni hain ilan ediyorlarsa fikrin yüzde yüz, binde bin kesinlikte doğrudur.
    Her hangi bir konunun doğru/yanlışlığını en net şekilde, bu vatandaşların tepkisine göre kesin olarak tespit edebilirsin. Tek dikkat edeceğin husus tepkilerini “tersine” çevireceksin.
    Sana hain diyorlarsa fikrin doğru,
    sana onay veriyorlarsa yanlıştır. Hatta sana tapınıyorlarsa “en yanlış”tır.
    Evet yalan duyma hastalığı ile ilgili çalışma yapmak isteyen bir akademisyen var ise ülkemiz eşi bulunmaz bir laboratuvar.
    Zira ” 6 milyar metreküp jelibon rezervi bulunduğu” zaytunguna Kuzey Kore’de bile inanılmaz.

  13. OF NOT BEİNG A JEWS

    Yorumun başlığını ha ha ha olarak atacaktım ama dikkat çeksin okur bulsun diye salladım. Gülmemin sebebi sayın yazar allem kellem yine konuyu erken seçime getirmiş. Dün meral de erken seçim diyordu. Nedir bu erken seçim merakı. Kasımda olsa normal seçimden 6 ay önce iktidara gelince ne kazanacaksınız, biraz daha sabretseniz ne olur. Anlamak mümkün değil.

    Meral ayrıca erken seçim ilan edince Erdoğan’a petrol fiyatlarının nasıl düşürüleceğini, gıda fiyatlarının nasıl kriz öncesine döndürüleceğini, enflasyonun nasıl avrupa gibi (avrupada tam örnek değil aslında japonya daha iyi” 2-3 lere düşüreceğini gösterecekmiş. Muhalefet sanıyor bir kendileri zor durumda, sadece kadıköy, bakırköy, beşiktaş, ataşehir, bodrum, marmaris, kuş adası, izmir acından ölüyor. Biz akpartililerde inanın zor durumdayız. Fiyat artışlarından şikayetçiyiz. Halbuki meral iktidara geldikten sonra Erdoğan a ekonomiyi nasıl süper hale getirdiğini göstereceğine bize de anlatsa biz de oy veririz. Tamam bizim oyumuza ihtiyaçları yok ortaamerikadan gelen bir karar vardır! ama fazla oy göz çıkarmaz sağda solda hava atarlardı.

    • Kopya çekmesinler diye söylemez çözümleri. Enayimi!🤗.
      Ben sana tiyo vereyim sayın hd. Yok yapacağı bişey aslında! Atıyooo!….😯
      Dalır yuro sözleşmeleri ₺ ‘ye çevirebilirse! Çevirecek!…
      Yolcu garantisi geçmeyen den de avantasını değiştirebilirse!
      Değiştirecek!…
      Herşey kendiliğinden ….
      Yan gel Osman yat ondan sonra 😂
      Dünkü havası 1500 dü zaten 😊

    • Sayın hd “Nedir bu erken seçim merakı. Kasımda olsa normal seçimden 6 ay önce iktidara gelince ne kazanacaksınız, biraz daha sabretseniz ne olur. Anlamak mümkün değil.” diye soruyor.
      Elcevap:
      Hükümet erken seçime gitseydi tüm bunlar yaşanmazdı diyebilmek için…
      (ama menderesi seçim kararı bile ipten almaya yetmemişti!)
      Sayın yazar daha önce de birçok kez 27mayısı anıştıran benzetmeler yapmıştı hatırlarsanız?

  14. Vatan partisi, Rusya adına endişeli.
    Kandil ve Pensilvanya da panik.
    Chp Amerika adına endişeli. Ünal Çeviköz ün söylemlerine bakarsak
    Meral Akşener, taviz verdik diyor. Neyin tavizini verdik onu söylemiyor ilizyonist.

  15. 1-Terörle mücadele konusunda NATO’yu tümüyle yanımıza mı aldık, mesela ABD burnumuzun dibinde terörü desteklemekten vazgeçecek mi? Tabiki hayır.
    Ancak taleplerinizi ve tezlerinizi böyle bir zeminde ortak bildiriye dönüştürmeniz, terörü size karşı kullananların eskisi kadar rahat hareket edemeyeceği bir sürecin kapısını açabilir.
    2-Başından itibaren bu hamleyi küçümseme eğiliminde olanlar, ister taviz, isterse pazarlık olarak görsünler, elde edilen bu kazanım elimizi her zamankinden daha güçlü kılacak.Ülkemiz aleyhindeki terörün her türüne yardım ve yataklık eden, özellikle terör örgütlerinin kendilerini savunacakları sözde entelektüel zeminler oluşturan iki ülke, dünyanın gözleri önünde kendilerini bağlayan sözler verdiler.
    3-İki yüzlü davranırlar, verdikleri sözü tutmamak için yeni hileler ve arka kapılar icat ederler. Bu bizi elbette şaşırtmaz.Türkiye büyük bir hamle yapmış, karşılığını da övgüyü hak eden sonuçlarla almıştır. İpe sapa gelmez yaklaşımları bir kenara bırakıp, bunu zenginleştirmenin yollarını aramak en doğru yaklaşım olacaktır.

  16. Pirüs zaferi denebilecek bir tarafı var mı bu işin? Benzetme anlamsız. Çünkü, NATO zirvesine giderken kayıpta olan bir şey yoktu. 5-0 mağlubiyetle mi girdik rövanşa? Böyle bir şey yok. psikolojik üstünlük Türkiye tarafındaydı. Zirve sonunda İsveç ve Finlandiya aday oldu. Ancak, Türkiye bu konudaki hassasiyetini kesin bir dille tüm üyelere vurguladı. Doğrusu da bu. Duyduğum kadarıyla dış basında bu haber Türkiye lehinde pozitif olarak verildi. Verilen söz, gösterilen kararlılık ve işbirliği ile İsveç ve Finlandiya Türkiye’nin istediği doğrultuda düzenlemeler yapacaktır. Olayın böyle bitmesi iyi. Her konuda zafer peşinde koşmak anlamsız. Bu devirde fiyasko olmasın ona razıyız. Fıyasko olsaydı bizim muhalefet belki de sevinebilirdi. Sanki, öylesine bir muhalefet.

    • TGRT haber bile “Zafer mi, geri adımmı” diye manşet yaptı ana haber bülteninde. Detaylarını veremedi başka, Rus salatasının tarihi isim tartışmalarını detaylı anlattı.

          • Sn H. Gayret; “Sosyal medya” dediğin çokçası aylakçılara, vaktini öldürmekten haz duyanlara, idealojik/siyasi nefslerini tatmin etmek istiyenlere kalsın. Bu tür zemane rüzgarlara kapılanlardan değilim. Tarafsız/veya dengeleyici bilgi için internete girer çıkarım. Genel anlamda kaçırdığım önemli şeyler olduğunu pek sanmıyorum. Partiler-üstü değerde olan, “şunu kaçırma” dediğin birşeyler varsa işaret et. Buraya bile sık sık girmesem bile, rastlarsam ve vaktim elverirse girer bilgi sahibi olurum. Düşüncemi de bir fırsatta belirtirim…

      • “Baran
        29 Haziran 2022 At 19:57
        evet, dış güçler her istediklerini yaptırıyorlar. Şimdi de İsveç ile Finlanfdiya’nın NATO üyeliğini onaylattılar.

        Sen şimdi teröristlere mi onaylattılar diyorsun Gayret bey, biraz açarmısın?

        Yorumu Cevapla
        H. Gayret
        30 Haziran 2022 At 00:20
        Evet, rusya avrupa konseyinden atılana kadar bu iki ülkecik de natoya alınamaz, türk sözü!

        Yorumu Cevapla
        Baran
        30 Haziran 2022 At 00:35
        Tamam şimdi anladım;

        “Bu kardeşiniz bu koltukta oturduğu sürece…., Ben burda olduğum sürece….;

        Papazı salmayacağız.

        İsrail’le ilişkilerimiz normalleşmeyecek.

        Kaşıkçı dosyasını vermeyeceğiz.

        ….. ünlü bir Türk sözleri gibi mi:)))

        Rusya Avrupa konseyinden çıktı y, sizin gasteler yazmadı mı?”

        BARAN BEY RUS SALATASI LAF SALATASINI BIRAK DA EN SONDAKİ “Rusya Avrupa konseyinden çıktı y, sizin gasteler yazmadı mı?” İDDİANI KANITLAYAN BİR KAYNAK VAR MI?
        BENİM BİLDİĞİM SADECE İLİŞKİLER ASKIYA ALINDI,
        AMA HALA ÜYESİDİR VE KİMSE DE RUSYA AVRUPA KONSEYİNDEN ATILSIN FİLAN DEMİYOR, NE İŞ?
        AMA AYNI KONSEY, KURUCU ÜYESİ OLAN TÜRKİYE İLE İLİŞKİLERİNİ ASKIYA ALDI:)

    • Siyasi partiler tek başlarına iktidar olsalar bile, bu durum onların muktedir olmaları anlamına gelmiyor. Muktedir olabilmenin yegâne şartı ise fikri iktidarı temellendirmektir.

      Siz kâşaneler, görkemli binalar, yollar-köprüler, tesisler, fabrikalar, tersaneler, otomobiller, uçaklar, trenler, okullar vb yapabilirsiniz; tüm bunlar göz kamaştırıcı da olabilir lakin bunları, insanla (insanın kalıbıyla değil) bezeyemezseniz, boşuna emek çekmişsiniz demektir.
      Bakınız, yalnız iki bakanlığın isminde ‘milli’ kelimesi var: Milli Eğitim ve Milli Savunma bakanlıkları. Milli kelimeleri iş olsun diye oraya konmadı.
      Şu halde, Cumhurbaşkanı’nın da yakınması bu ‘milli’ kelimesinin içinin doldurulamamasından kaynaklanıyor.
      Evet, ülkeyi maddi planda kalkındırdık; yani zahirimizi, dış görünümümüzü mamur eyledik. Peki ya içimizi, beynimizi, ruhumuzu, kalbimizi milliliğin gereği olan özelliklerle, hasletlerle bezeyip donatabildik mi?
      Hayır.
      Dışımız mamur lakin içimiz harap. Bakınız, biz dün de Batı’yla savaşıyorduk, bugün de Batı’yla savaşıyoruz ve belli ki bu savaş kıyamete kadar sürecek. Bunun da sebebi bizden kaynaklanmıyor; Batı bizi Müslüman olduğumuz için insan olarak görmüyor ve bundan dolayı da bize uygulayacakları baskı, işkence ve envai çeşit ölümler onların medeniyeti(!) için bir noksanlık sayılmıyor.
      Daha dün Avrupa’nın göbeğinde Boşnaklara yaptıklarına bakın!
      Tüm Avrupa’nın dün olduğu gibi bugün de bize yapmakta olduklarına bakın!
      Peki biz ne yaptık? Batı Batı diye yırtınırken Batı’dan bize gerekli olanları mı aldık, yoksa kör bir taklitçilikle Batı’nın kusmuğunda mı boğulduk?
      27 Aralık 1949 tarihinde Türkiye ile ABD hükümetleri arasında eğitim komisyonu kurulması hakkında anlaşma imzalanır. İsmet İnönü’nün imzaladığı bu anlaşmanın 5. Maddesi şu şekildedir: “Komisyon, 4’ü TC, 4’ü ABD vatandaşı olmak üzere sekiz üyeden kurulu olacaktır. Bunlara ek olarak, Türkiye’deki ABD’nin diplomatik heyetinin başı (ABD büyükelçisi) komisyonun fahri başkanı olacaktır. Komisyonda oyların eşit olması durumunda kesin oyu misyon şefi (ABD Büyükelçisi) verecektir.”
      Görüldüğü üzere Türk milli(!) eğitim sistemi, ABD büyükelçisinin yönlendirmesine, daha açık ifadesiyle ‘gâvur’un keyfine terk edilmiştir. Eğitimle alakalı bir komisyon kuruyorsun ve bu komisyonda Türklerin sözü geçmeyecek ve üstelik buradan çıkacak kararlar ‘milli’ olacak öyle mi?
      Bizim içeriden kendimize yaptığımız kötülüğü, dışarıdan hiçbir düşman yapmamış, yapamamıştır.
      Demek ki bizim milli eğitimimiz, FETÖ’den önce de CIA’e bağlıymış.
      Merhum Ahmet Arvasi, “Bize dayatılan asimilasyon baskı ve zulümleri, dünyanın her hangi başka bir milletine dayatılsaydı o milletin esamisi okunmaz, tarihten silinip giderdi” derdi. Şimdi sorarım size: Eğitimini düşmana (evet, yanlış okumadınız, DÜŞMANA) teslim eden bir millet bağımsız olabilir mi?
      FETÖ’den sonra da ABD düşmanlığını anlamayanlara veya anlamak istemeyenlere söylenecek tek şey, “Çekiver kuyruğunu gitsin!” demekten ibarettir.
      Kuzuyu kurda teslim eden ve kurttan merhamet dilenen bir eğitim anlayışıyla bugünlere gelebildiğimize şükredelim ve geçmişe kalın bir çizgi çizip sadece ibret alalım ve geleceğe bakalım.
      Olan oldu, bundan sonrası için ne yapmalıyız? Nasıl yapmalıyız?
      Ve gece gündüz uyumadan bunun seferberliğini başlatmalıyız!

      • 27 Aralık 1949 tarihinde Türkiye ile ABD hükümetleri arasında eğitim komisyonu kurulması hakkında anlaşma imzalanırken Erdal İnönü (internetten öğrendim) ABD’ de ileri eğitim yapıyor. ABD o dönem ve halen en gelişmiş ülke. Bu durum eğitim sistemine verdikleri önem nedeniyledir. Madem onların öncülüğünde planlanmış Milli Eğitimimizin temeli bilim adına sağlam olmuş olması beklenir. Demek ki bizimkilerce onlara güvenilmediği ve kuşkuyla bakıldığı için bilim adına o zamanlar ciddi temeller atılamamış. Atılsaydı arkası gelirdi. Genel görüşüm böyle. Ancak, bu konu meraklı/araştırmacı gazeteciler tarafından incelenip ayrıntılarıyla günyüzüne çıkartılmalı. Ne CiA’nın ne de ABD’li komisyonun bizim milli eğitimi o zamanlar sabote edeceklerine şahsen pek inanmıyorum. Samimi olarak bilim ile uğraşan insanlar yapı olarak hin olamaz. Çünkü bilim Allah’ın verdiği akıl nimetinin insandaki merak özelliğinin sonuçlarından biridir. Bilim’in Batı’sı Doğu’su olamaz. Doğu ve Batı da Allah’ın halkettiği simetrik yapılardır. İsmet İnönü Bilim’e verdiği önem itibariyle takdir edilecek bir insanımızdır. Ancak, “Akıl*İman Sentezi” zafiyetiyle pek rahmani (yani, Allah rızasına uygun bir nefse sahip) değildir denebilir. Bunu da siyasi hayatındaki amellerinden anlamak mümkün.

        Bize en verimli Milli Eğitim “Akıl*İman Sentezi”ne dayalı eğitim olacaktır. Tüm sorunlarımızın çözümü bununla.

        • Sayın hb “Samimi olarak bilim ile uğraşan insanlar yapı olarak hin olamaz.” demişsiniz ama tam öyle değil ve galiba bilim tarihinden de pek haberiniz yok:)

          • “Samimi olarak..” nedir anlamı? Olmayanlara bilim insanı denmez! Gerçek anlamda bilimin hakkını veren insan, basit insan olmadığı için insanlığa kötülük düşün(e)mez. Bu işin sigortası “Akıl*İman Sentezi”dir. Bu kalitede bilim insan(lar)ı yetiştirip diğerlerine örnek olmak mümkün.

  17. Her şeyden önce ‘sünnet töreni ‘ benzetmesi , muhtemelen Fehmi Beyin bu gün bütün şimşekleri üzerine çekmesine sebep olabilir !
    Evet, Isveç ile Finlandiya’ya
    evelallah diz çöktürdük , bütün istediklerimizi aldık, yakında teröristler tıpış tıpış teslim edilecekler , Bidon’la da oturduk , bacak bacak üstüne atarak çatır çatır pazarlığımızi da yaptık; yani daha ne olsun !
    Bütün bunlardan bir hayli destanlar da çıkacaktır ki bizi seçime kadar haydi haydi götürür!
    Durmak yok, yola devam !

  18. Veli Mustafa Allah aşkına bu ne ya, logos, pathos, ethos, hangi kültürde yetiştin sen,
    bu jargon fetöyü andırıyor, herkülle bitirseydin ariflerde anlardı belki

    • Yalın bey, evet gündemdeki konuyu anlayabilmek için veli ya da filozof olmaya gerek yoktur ama nihayet biz de bir helen milletiyiz ve doğal olarak akdeniz medeniyetinin kavramlarıyla düşünüyoruz,
      bu saatten sonra bohçamızı omzumuza atıp kendimizi altaylara vuracak halimiz de yok yani:)

    • “Cumhurbaşkanı tükürdüğünü yaladı…”

      “Ben olduğum sürece İsveç ve Finlandiya NATO’ya giremezler, demişti…”

      “Bak şimdi tam nasıl paşa paşa tersini yapıyor”

      “İsveç ve Finlandiya’nın sözünü tutacağı ne malum?!..”

      “Bugüne kadar ‘teröre destek veriyoruz’ mu diyorlardı sanki. Göstermelik işler… Yine bildiklerini okurlar”

      “Türkiye itibar kaybetti”

      “Bu imza ülkemizin çıkarlarıyla bağdaşmayan bir taviz”

      Tam da “Zenginin malı züğürdün çenesini yorarmış” misali… Laf ebeliği yine başladı… Karadeniz’de bulunan doğal gaz yatağıyla ilgili de böyle yapmışlardı: “O kadar büyütülecek rezerv yok…” “Bulsalar da çıkaramazlar…” “Bizde o teknoloji yok…”

      ABD ve Avrupa Birliği konusunda millî bağımsızlıktan yana ne zaman bir pozisyon alınsa hemen arkasından “eksen kayması” diye ortalığı karıştıranlar da bunlardı… Mavi Vatan ile ilgili de pek bi’ çekingen, pek bi pısırıktılar, başkasının ekmeğine yağ sürdüklerinin de farkında olarak “Libya’da ne işimiz var?!” diyorlardı.

      Ülkenin itibarının altını oymayı kendine iş ve hedef belirleyenler yine sahnedeler…

      Bugünün konusu da malumunuz… Madrid’de düzenlenen NATO Zirvesi… Türkiye, İsveç ve Finlandiya arasında imzalanan üçlü muhtıra…

      İskandinav ülkelerindeki terör örgütünün faaliyetlerine izin verilmemesi, silah ambargolarının kaldırılması ve iade taleplerinin ivedilikle yerine getirilmesi gibi maddelerin yer aldığı, “Müstakbel NATO müttefikleri olarak Finlandiya ve İsveç, millî güvenliğine yönelik tüm tehditlere karşı Türkiye›ye tam destek verirler” denilen muhtırada özetle şunlar var:

      “Bu çerçevede, Finlandiya ve İsveç, PYD/YPG ve Türkiye’de FETÖ olarak tanımlanan örgüte destek sağlamayacaklardır. Finlandiya ve İsveç, PKK’nın yasaklanmış bir terör örgütü olduğunu teyit eder.

      Türkiye, Finlandiya ve İsveç bu terör örgütlerinin faaliyetlerini engellemek amacıyla aralarındaki iş birliğini artırmaya karar vermişlerdir. Finlandiya ve İsveç, bu terör örgütlerinin emellerini reddeder.”

      Bre gafiller! Bu adımla Türkiye’nin neler elde edebildiğini görmemekte ısrar ediyorsunuz! ABD her ne kadar bunları desteklemeyi sürdürse de PYD ve YPG’nin ‘terör örgütü’ olduklarının bir NATO belgesiyle tasdiki Türkiye’nin hazırlandığı Güney sınırımızın ötesindeki büyük operasyonun da meşruiyeti için kapıyı ardına kadar açmıyor mu?!

      Bırakın, Türkiye’nin terör örgütleriyle ilgili ‘yalnızlaştırılmış’ pozisyonundan kurtulmak için attığı adımların karşılık bulmasını; NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’in “Turkey” yerine “Türkiye” demesi bile ülkemizin tezlerinin ciddiye alındığının bir işaretidir.

      Kaldı ki iki hususun daha altını çizmekte yarar var:

      1. Önümüzdeki dönemde bu iki ülkenin attığı imzanın gereğini yerine yetirmemeleri hâlinde, TBMM’den NATO üyelikleri için onayın geçmemesi gibi bir koz elimizdedir…

      2. Türkiye’nin, başta ABD olmak üzere Madrid’teki ikili ilişkilerinde başka hangi kazanımları elde ettiğini önümüzdeki günlerde göreceğiz.

      • Güney sınırının ötesinde yani Suriye’de operasyonlar yapmasını NATO nezdinde meşrulaştırır. Suriye’de operasyon yapmaya seni iten de zaten NATO değil mi? Buna uluslararası siyaset diyorlar. Şu ifade de NATO’nun patronu Amerikalılara ait bir açıklama: “biz istemiyoruz diye Türkiye Suriye’ye operasyon yapmaktan vazgeçmez” buna da muhatabını yücelterek batırma taktiği deniyor. Muzaffer bey bunları öğrenin lazım olur bir gün size.

      • Sn. M Sever bey! Bence siz biraz erken seviniyorsunuz. PKK nın terör örgütû olduğnu zannedersem Rusya haricinde avrupada dahil bir çok ülke kabul ediyor.
        Aşağıda parantız içerisindeki bölümleri
        Oykuyun ondan sonra sevinîn
        ********
        “Bu çerçevede anlaşma metni incelendiğinde, muhtırada Ankara’nın terör örgütü olarak kabul ettiği gruplara ilişkin bazı önemli maddeler bulunduğu görülüyor. Bahse konu muhtıranın 4. maddesinde “Müstakbel NATO Müttefikleri olarak Finlandiya ve İsveç, milli güvenliğine yönelik tüm tehditlere karşı Türkiye’ye tam destek verirler. Bu çerçevede, Finlandiya ve İsveç, PYD/YPG ve Türkiye’de FETÖ olarak tanımlanan örgüte destek sağlamayacaklardır.” cümleleri yer alıyor. Muhtıranın somut adımlara ilişkin 8. maddesinde ise bu iki gruba dair doğrudan hiçbir atıfta bulunulmuyor. Muhtıranın 5. maddesini teşkil eden diğer paragrafta ise, “Finlandiya ve İsveç, PKK’nın yasaklanmış bir terör örgütü olduğunu teyit eder. Finlandiya ve İsveç, PKK ve diğer tüm terörist örgütlerin ve bunların uzantılarının faaliyetlerini, ve aynı şekilde, bu terör örgütleri ile iltisaklı kuruluşlar ve paravan örgütler içerisinde yer alan şahısların faaliyetlerini engelleyeceklerini taahhüt eder.” cümleleri kayda geçiriliyor. PKK’ya ilişkin olarak ayrı olarak açılan bu paragrafta Finlandiya’nın ve İsveç’in PKK’nın yasaklanmış bir terör örgütü olduğunu kabul ettiği vurgulanıyor. Atılması gereken somut adımlara ilişkin 8. maddede de “Finlandiya ve İsveç, 5. paragrafta kayıt altına alındığı çerçevede, PKK terör örgütünün ve bütün uzantıları ile iltisaklı kuruluşlarının ve paravan örgütlerinin para toplama ve eleman devşirme faaliyetlerine yönelik soruşturma başlatacak ve bunları yasaklayacaklardır.” deniyor.

        Öncelikle, söz konusu iki madde işlem paragrafıyla birlikte karşılaştırıldığında Finlandiya ve İsveç’in PYD/YPG ve Türkiye’de FETÖ olarak tanımlanan örgüt diyerek bunları ayrı bir kefeye koyduğu açıkça görülüyor. Bu minvalde, bu yapılar ayrı bir paragrafta işleniyor ve bunlara yönelik olarak sadece Finlandiya ve İsveç tarafından destek sağlanmayacağı belirtilmekle yetiniliyor. PKK’ya ilişkin ise farklı mahiyette bir örgüt olması hasebiyle ayrı bir paragraf açılıyor ve bu terör örgütlerinin faaliyetlerinin engelleneceği ayrıca işlem paragrafında belirtiliyor. Finlandiya ve İsveç’in konuya yaklaşımına ışık tutmak üzere Finlandiya Dışişleri Bakanı Pekka Haavisto’nun ifadelerine burada yer vermek gerekiyor. Adı geçen, üçlü muhtıraya ilişkin Reuters’a verdiği mülakatta (“Türkiye’nin kendine has terör ve terör grupları tanımı var ve biz bu tanım üzerinde anlaşmaya varamadık. Nihayetinde bu konuları bildiride ayırabildik.” diye mezkur gruplara ilişkin yaklaşımlarını ifade ediyor.)

        Benzer şekilde, Türkiye’nin PKK’nın ve YPG’nin tek bir örgüt olduğu ve bu itibarla muhtırada PKK/YPG olarak kaydedilmesi gerektiğine dair ısrarlı talepleri de İsveç delegasyonu tarafından reddedildi. İsveç devlet kanalı SR’a konuşan İsveç Dışişleri Bakanı Ann Linde, “İsveç ve Finlandiya’nın PYD’ye verdiği desteği kesmesinin Kuzey Suriye’deki Kürtlere insani yardım sağlamayı durdurmak anlamına gelmediği, bu organizasyonlara silah ve para gibi Türkiye’nin güvenliğini etkileyebilecek şekilde yardım verilmeyeceğini taahhüt ettiklerini, zaten halihazırda bu tarz yardımlarının da bulunmadığını” dile getirdi. Başka bir ifadeyle, Finlandiya ve İsveç terör örgütü olarak addettiği PKK’yla, terörist kabul etmediği diğer grupları farklı paragraflarda ve farklı kategorilerde ele aldılar.

        Yukarıda bahsi geçtiği üzere, Ankara’nın Batılı devletler nezdinde yeterli destek görmeyen tezlerinden birisini YPG/PYD’nin PKK’dan farklı bir örgüt olmaması teşkil ediyor. Bu bağlamda, “YPG/PYD’nin PKK terör örgütünün Suriye kanadı olduğu; amaç, yapı ve işleyişinin örtüştüğü, aynı yapı içerisinde hareket ettiği ve PKK’dan farklı ve bağımsız bir oluşum olmadığı” hususları Türkiye’nin YPG/PYD’ye yönelik resmi yaklaşımını teşkil ediyor.

        Ankara bu yaklaşımı tüm uluslararası görüşmelerinde en üst seviyede yineliyor. Ne var ki, artık destek verilmeyecek kaydı düşülen YPG/PYD ile bütün faaliyetlerinin engelleneceği belirtilen PKK’nın ayrı birer örgüt olduğunu açıkça nazara veren bir uluslararası muhtıranın Türkiye’nin en üst makamları tarafından imza edilmesi dikkat çekici bir gelişme oldu.

        Öte yandan, iadeler konusu muhtıranın 8. maddesinde şu şekilde ele alınıyor: (“Finlandiya ve İsveç, Avrupa İade Sözleşmesi’yle uyumlu biçimde, Türkiye tarafından sağlanan bilgi, delil ve istihbaratı dikkate alarak Türkiye’nin terör zanlılarına dair sınır dışı veya iade taleplerini ivedilikle ve bütün boyutlarıyla işleme koyacak ve Türkiye’yle iade ve güvenlik işbirliğini geliştirmek için gerekli ikili ahdî düzenlemeler yapacaklardır.”) (Anlaşma sonrası Türkiye’nin iki ülkeden iadesini istediği 33 kişiye ilişkin olarak açıklama yapan İsveç Başbakanı Magdalena Andersson, (“Türkiye ile yaptığımız görüşmede uluslararası hukuka uyacağımızı belirttik.” diye konuştu. İsveç Dışişleri Bakanı Ann Linde de “Terör faaliyeti olduğu yönünde delil olmadıkça hiçbir iadeye razı olmayacağız.” diye açıklamada bulundu. Bu bağlamda, söz konusu açıklamalardan Ankara’nın iade taleplerine olumlu yanıt alma ihtimalinin umduğu kadar yüksek olmayacağı anlaşılıyor.)

        Ankara’nın muhtırada tek somut kazanımı ise Finlandiya ve İsveç’in Türkiye’ye silah ambargosu uygulamayacağını teyit etmesi oldu (madde 7). Bununla birlikte, sembolik önemi haiz olan bu kararın Türkiye açısından pratikte önemi bulunmadığını belirtmek gerekiyor. Zira bu iki ülke Türkiye’nin silah ithalatında hiçbir zaman hayati bir konum işgal etmedi ve Ankara’nın önümüzdeki dönemde de bu ülkelerden büyük ve önemli miktarda silah satın almak gibi bir öngörüsü bulunmuyor.

        Diğer taraftan, Ankara’nın muhtırayla hiçbir kayda değer kazanımı olmadığını ileri sürmek de yanlış olacaktır. 24 Şubat’ta patlak veren Ukrayna’nın Rusya tarafından işgali üzerine Mayıs ayında Finlandiya ve İsveç NATO ittifakına katılmak için başvurmaya karar verdiklerini ilan ettiğinde, Erdoğan “başta olduğum sürece NATO’ya giremezler” diyerek bu iki ülkenin NATO üyeliğine karşı olduğunu açıkça beyan etmişti. Birçok analist tarafından Türkiye’nin itirazının esasen ABD’yle yürütülmek istenen bazı pazarlıklarla ilişkili olduğu ve sorunun çözülmesinde ABD’nin tavrının etkili olacağı belirtilmişti. Öngörüldüğü üzere, üçlü muhtıranın imzalanması öncesinde ABD Başkanı Biden ve Erdoğan arasında yapılan telefon görüşmesinin taraflar arasında üçlü uzlaşıya varılmasında yadsınamaz bir etkisi bulunuyor. Finlandiya ve İsveç’in adaylığına verilen destek vesilesiyle ayrıca, Erdoğan ve Biden Ekim 2021’de Roma’da düzenlenen G20 zirvesinden bu yana ilk defa ikili bir görüşme gerçekleştirmiş oldular. Bu şekilde, Erdoğan ABD makamları tarafından doğrudan rica edilmesi ve kendisinin muhatap alınması durumunda en aşılmaz görünen konularda bile uzlaşıya gidebileceğini göstermiş oldu..
        **********

  19. 28 Haziran 2022’de kazanılan Pirüs Zaferi, muhtemelen 18 Haziran 2023 Seçimlerine tesir edecektir. Şimdi sırada diğer büyük hamle var. Çılgın döviz, yüksek enflasyon, hayat pahalılığı, fakirleştiren maaşlar da affedilmez biçimde mağlup edilirse 2023’te zafer, Sn. Erdoğan ve Cumhur İttifakı’nındır.

    Enflasyonun belini kırmak, TL’nin haysiyetini kurtarmak şart.

    1 avro, 1 dolar Türk parasıyla 20 liraya yakınsa istiklâl zedelenir.

    O zaman, zafer zora girer, gülen yüzler, düşer ve adama “paran kadar konuş!” derler.

    Bu ayıbı yaşamayalım…

    • “Çılgın döviz, yüksek enflasyon” NATO’daki zirvesindeki durumla mukayase etmez. Sn. Erdoğan ekonomik konularda ne kadar az konuşursa kanımca o kadar ülke-yararlı olur bir iş yapmış olur. Belki “paran kadar konuş” demediler ama denmekten beter olduk. Sn. Erdoğan veya ona konuşması için bilgi/malzeme verenler yurtdışını malefes yeterince bilmiyorlar.

      ABD dünya giriştiği işler, yediği haltların altından kalkmak için kontrollu/karşılıksız para basıyor ve bunu teknolojik gücü/nüfuzuna/üretimine güvenerek dünya piyasasına şırınga ediyor.

      Bir zamanlar T.L. den sıfır atmamız epey bir işe yaramıştı.

      Bizde üretim nanay! dolar arttı T.L. çok geriledi. Millete ne kadar yansıdığı bilinmese de bizim ihracaatçılar hantır hantır döviz/dolar avına çıktı; bütün sevkiyat dışarı. Millet bulabilirse yerli toprağın taşın kökü ve civarında protein zengini yosunları yesin! kimin umurunda? İç piyasaya yönelik üretici/dövizcilerin çoğu “ben keriz miyim” havasında dolara/petrole paralel olarak enflasyona körükle gittiler veya bu işe büyük katkıda bulundular. Üretim/teknoloji pazularına güvenen ABD’nin yaptığı, sanal olarak dolardan sıfır atmağa benzerlik gösteriyor, izafi etki olarak. Bizimkiler “ben yaptım oldu” kabadayılığı ile T.L.’ den sıfır atsa acaba n’olur? 1 $ = 2 ₺ ! Ülkede hangi taşlar yerinden oynar ve nihai analizde kimler kazanır? İç ve dış borç yükümüz n’olur?! Benden söylemesi/sorgulaması!

  20. Umûmî nazarda, siyâset ve diplomasi arasındaki münâsebetler kaba bir değerlendirmenin konusu olur. Diplomasi, siyâsetin dış yüzü olarak görülür. Hattâ diplomasi, siyâsetin aynası gibi algılanır. Buna göre diplomatik bir süreç, siyâsette pişen bir yemeğin “dışarıya” servisi gibidir.

    Yukarıdaki tespit, kısmen doğru; ama daha fazlasıyla da yanlıştır. Elbette, siyâsetten kopuk bir diplomasinin olamayacağını kabûl ediyorum; ama, bu iki küre arasındaki irtibâtın, bir basitlemenin konusu olamayacak kadar karmaşık ve nâzik olduğunu ıskalamanın ne kadar fâhiş bir hâtâ olduğuna da şerh düşerek..

    Siyâset biliminin kurucu babası olarak kabûl edilen ve bizim İslâmî kaynaklarda da bu vasfı ağırlıklı olarak vurgulanan Aristo (Muallim-i Evvel) , klâsik eserlerinden birisi olan Retorik’de (Söylem), iknâ edici eylemin kaynaklarını aydınlatmak adına üçlü bir ayırım yapar. Bunlar sırasıyla, ethos, pathos ve logos’tur. Mânâ dünyâsı bir hayli yüklü ve Türkçe’de maalesef birebir karşılıklarını bulmakta zorlanacağımız kavramlardır bunlar. Açalım…

    İlki, yâni ethos, gelenek, alışkanlık, duruş, vb mânâları ihata eder. Burada konuşanın karakteri, kim olduğu sezgisel bir alâkanın, sempatik bir yakınlığın konusudur. Yâni konuşan belirleyicidir.

    Pathos ise, konuşan ile dinleyen arasında, daha çok duygusal bir karşılıklılığı verir. Burada konuşan, dinleyen ile duygusal bir bağ, daha doğrusu, empati geliştirir.

    Logos ise, sezgisel-sempati ile duygusal -empatinin dışında kalan daha üst bir küreye işâret eder. Söylemin iknâ edici olması için mantıksal bir tutarlılığa oturması gerektiğini ifâde eder.

    Siyâsal söylem, bu üç ilkenin arasında dolaşır. İknâ edici ve meşrû olması için üçünü, dengeli, ölçülü bir şekilde kullanması, aralarındaki geçişi incelikli bir şekilde sağlaması gerekir.

    Konvansiyonel siyâset bu üçlü arasındaki genel dengesizlikleri doğurur. Târihsel düzlemde Patrisyen-Plebyen veyâ bizdeki karşılığıyla Havass-Avam münasebetlerinde yer yer bu dengesizlikler hep görülmüştür. Ama siyâsetin demokratikleşmesi ve meşrûiyet meselesini demokratik ilkelere bağlaması, kabûl etmeliyiz ki, ethos ve ondan daha çok pathos’u her zamân olduğundan daha baskın kılmıştır. Siyâsal teorilerin kurgu veyâ varsayımları başka şeyleri söylese de, seçmen davranışları ve tercihlerinde sempati-empati bağları, akılcı hesaplamaları baskılar. Bilhassa kriz devirlerinde bunu çok daha berrak bir şekilde tâkip edebilmek mümkündür.

    Ekonomi ile siyâset arasındaki temel farklılık, ilkinin ethos ve pathos ile yüklü bir bagajı olması, diğerinin, yâni ekonominin ise katıksız bir logos’a sâhip olduğu yolundaki genel kabûldür. Ekonomizm, yâni ekonominin müdahalesizliğini savunan düşünce, bu farklılığı aşırılaştırılmasından beslenmiştir. Gelin görün ki, ekonomideki üretici ve tüketici davranışları da benzer nitelikler kazanmıştır. Akıldışı yatırımlar, akıldışı tüketim tercihleri son zamanların tipik ve şaşırtıcı davranışları olarak ihmâl edilemeyecek boyutlar kazanmıştır. O kadar ki, kapitalizmin ileri yatırımcı evrelerini kumar kapitalizmi (gambling capitalism) olarak târif edenler azımsanmayacak kadar çoktur. Tüketim dünyâsında ise marka fetişizmi, fantazmagorik reklâm dünyâsının kullandığı söylemler, bu söylemler üzerinden dağıttığı imgeler pek de ekonomik logos ile izah edilmesi kolay olmayan manzaralardır. Günümüz ekonomilerini ekonomik akılcılıkla, logosla temellendirmek, ethos ve ondan da baskın olarak pathos ile irtibatlandırmaktan daha zordur.

    Siyâsal logos, ister kabûl edelim, ister etmeyelim kurumsallıkla alâkalıdır. Modern dünyâda ,sürdürülebilir ve başarılı siyâsetler, siyâsetin ethos ve pathos boyutlarını reddedip, dışlamayan, ama ona da teslim olmayan bir özerk kurumsal birikimden beslenir. Bunun en tipik göstergelerinden birisi de diplomasiyi, siyâset karşısında mümkün mertebe özerk kılmaktır. Siyâset dozunda kalmak kaydıyla pathos kaldırır. Ama diplomasi kaldırmaz. Eğer öyle olursa neticeler çok ağır gelir.

    Türkiye’deki siyâset bir tuhaf seyrediyor. Pathos, yâni patetik siyâsetler, en başta siyâsal ethos’u aşındırıyor. Duruş kayıpları ve bozuklukları yaşanıyor. Dahası, kurumsal özerkilikler ve birikimler zayıflıyor.

    Bu yazıyı ne için mi yazdım? Ârif olan anlamıştır…

    • Vallahi beyefendi , maalesef ben anlamadım!
      Çünkü girişini okudum , gerisini bıraktım!
      Kendimi siyasal bilgiler amfisinde zannettim de ..

Yoruma kapalı.