Türkiye 15 Temmuz gecesi büyük bir belâya maruz kaldı, kaybedebileceği belânın altından kalktı.
Çok şükür.
Ülkeyi sonu meçhul bir maceraya sürükleyebilecek uğursuz bir darbe girişimi, pek çok unsurun yanyana gelmesiyle, Allah’a şükür, atlatıldı.
En belirgin 2 unsur var, darbenin başarısız kılınmasında: 1. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın zamanlı çıkışı… 2. Halkın sokaklara dökülüp tankların önüne yatması…
Darbeye katılıp 250 kadar insanımızın hayatından ve devlete karşı kalkışmadan sorumlu olanlar elbette bunun hesabını yargı önünde verecekler…
‘FETÖ’nün varlığı mücadeleyi kolaylaştırmıyor
Yargı safhasına doğru yol alınırken kafaları karıştıran bir özelliği iyice göze batmaya başladı, darbe girişiminin…
Arkasında şimdilerde ‘FETÖ’ diye anılan dini bir grubun bulunması, –her ne kadar ‘kanlı bir darbe’ ile devleti ele geçirmeye kadar varacağı öngörülemese de– grubun ilk başlarda görünür olmayan amacının bu vesileyle görünür hal alması, kafaları karıştırıyor.
Tabii, aynı dini görüntülü grubun, geçmişteki görünür faaliyetlerinin câzibesine kapılmış olanların çeşitliliği de…
İşadamları da var grup içerisinde yer alanların ve destek çıkanların, asker-sivil bürokrasiden simalar da, yargı câmiasından insanlar da; akademisyen, gazeteci ve yazar kılıklı kişiler de…
Görünen o ki, ‘darbe sonrası’ girişilen ‘FETÖ ile mücadele’ kapsamında, dini görüntülü grup ile vaktiyle yolu kesişmiş, ucundan bir dokunuş biçiminde de olsa onunla irtibatı bulunmuş, takdir belirtmiş veya takdir edilmiş herkese ‘şüpheli’ gözüyle bakılıyor…
Bütün ‘şüpheliler’ de mücadeleyi yürütenler tarafından ‘düşman’ olarak görülüyor.
Oysa, ‘dost-düşman’ çizgisinin iyice belirsiz olduğu bir durum söz konusu…
Son gelişmeden haberdarsınızdır: İstanbul’ın AK Partili belediye başkanı Kadir Topbaş’ın, içerisinde önemli tekstil markaları ile inşaat firmaları da bulunan bir şirketler grubunun yöneticisi olan damadı da, dün, gözaltına alındı.
Binlerce işçinin çalıştığı ülkemizin en büyük reel sektör gruplarından biri olan Boydak Holding’e de, yönetiminde yer alan kardeşler tutuklandığı için, yine dün, ‘kayyım heyeti’ atandı.
Kadir Topbaş, kendi durumunu izah etmek için olmalı, sosyal medyadan şu açıklamayı yaptı: “FETÖ operasyonunda damadım gözaltına alındı. 17-25 Aralık’tan sonra damadım bu ihanet şebekesi ile yollarını ayırdığını beyan etmişti. Yargı süreci elbette gerçeği ortaya çıkaracaktır. Eğer damadım beyanının aksine davranmışsa hak ettiği cezayı çekecektir…”
Yargı süreci elbette gerçeği ortaya çıkaracaktır; peki, ya ülkede şu sırada herkesi içine çeken algı kasırgasının etkisini ne yapacağız?
Yargı kasırgası derken…
Geçen gün, tesadüfen kampta bulunduğu için o meş’um gece cepheye sürülmediği halde askeri okulda okuyan oğlu gözaltına alınmış olan bir anne yolumu kesti. Cezaevine üst-baş götürdüğünde, ortalığı süpüren kişinin, bazen yüzüne karşı bazen arkasından, “Bunlar vatan hâini, hepsini asmalı” diye söylenip durduğunu aktardı.
İki gözü yaşlı anne, “Benim oğlum o sırada kamptaydı” deyip duruyordu.
Cezaevinde yanından geçerken “Hâinler, asılmalılar” diye konuşan çöpçünün benzerleri her yerde var. Komşular komşulara, iş yeri sahipleri öteki işyeri sahiplerine kem gözle bakabiliyor.
İnsanlar sahipleri gözaltına alınan firmalardan alış-veriş etmiyor…
Medyanın ‘yeni’ misyonu
Medyamız bu süreçte ilginç bir misyon üstlendi.
‘Ergenekon’ ve ‘Balyoz’ davalarının sonradan aldığı biçimden ders çıkartmış olması gerektiği halde, daha önce hiç yapmadığı türden bir davranışı benimsemiş görünüyor.
Herkesin ağız dolusu ‘Hocaefendi’ diye anıp durduğu günlerde, merakından veya görünür faaliyetlerini beğendiği için, Gülen’le görüşmüş ünlü kişileri hesaba çekiyor gazetelerimiz ve gazetelerde yazanlar…
Futbolcuları… TV şahsiyetlerini… İşadamlarını… Hepsi “Sen de oradaydın, itiraf et” diye zorlanıyor…
Bir zamanlar herkesin oraya gitmek için birbirleriyle yarış ettiği unutuluyor…
Zorlayanlar bile, ya iftarlarında veya ‘Türkçe Olimpiyatları’nda görünebilmek için burada, ya da başkalarından geri kalmamak için orada, Gülen’in yanına gitmişlerdir…
Ülkenin siyasi liderleri, bakanları, istihbarat yetkilileri de yollarını Pensilvanya’ya düşürmemiş miydi?
Geçmişi unutturmak için, şimdi tam tersine karalama kampanyaları açıp çırpınanlar var.
“Babasının evinde Fethullah Gülen’in kitapları çıktı” diye haber yapıldı, yapılıyor gazetelerde…
Kitaplar uzun yıllar bakanlıktan bandrol alınarak basıldı; resmi kurumlar tarafından ödül olarak insanlara verildiği de oldu. Onları ‘sakıncasız’ bilindikleri günlerde satın alanlar veya kendilerine hediye verilenler ne yapsın?
Yaksınlar mı kitapları, bir yerlere atsın veya gömsünler mi?
Atanlar çıkmış, bu defa “Fethullah Gülen’in atılmış kitapları bulundu” diye haberler yapıldı.
Sonra… Yanlışlığa sapmış bu sebeple de yargının peşine düştüğü kişiye erişilemediği için, o insanın annesi-babası, eşi, çocuğu göz altına alınıyor mu? Alınmıyorsa, “Babasının evinden…” diye başlayan haberler nereden çıkıyor?
Bizi sevenler de eleştiriyorsa, sebebi…
Dışarıdan gelen eleştiriler, ya burada olup bitenlerin uzaktan doğru değerlendirilememesinin sonucudur veya art niyetle, hazımsızlıkla, ‘fırsat bu fırsat’ anlayışıyla ülkemizi kötüleme arzusuyla ilgili olabilir…
Türkiye’yi çekemeyen, kötülüğümüzü isteyen ülkeler yok mu?
Çoook.
Ancak, daha önce kendilerinden hep dostluk gördüğümüz yabancıların eleştirilerini nasıl yorumlayacağız?
Ben şöyle yorumluyorum: Şu sırada ülkemize baktıklarında gördükleri, kulaklarına erişen ses ve görüntüler daha önce bizde görmeye alışık olmadıkları görüntüler…
Kendi tarihlerinde yaşanmış bazı yanlışlıklara da benzetiyor olmaları muhtemel şimdilerde bizde yaşananları…
Lâfı fazla uzatmayayım: 15 Temmuz uğursuz gecesinin sorumlusu saydığımız kişilerle hesaplaşırken biraz daha dikkatli olunması gerekiyor.
Hatalı davranışların bugünkü süreci yürütenlerin aleyhine dönmesinin de kuvvetle muhtemel olduğunu ‘Ergenekon’ ve ‘Balyoz’ süreçlerinde görmedik mi?
Suçlu saydıklarımızın sayısı çoğaldıkça… Yargılanan konunun ciddiyeti azalmıştı.
Ne yapmalı, nasıl yapmalı?
Kendimize uygulandığında bizi de rahatsız edecek her türlü tasarruftan kaçınmakla işe başlayabiliriz.
Bir başkasını suçlarken, aynı gerekçe kendimize uygulandığında biz de ‘suçlu’ görünüyorsak, o suçlamadan vazgeçmek en doğru davranış biçimi olmaz mı?
15 Temmuz gecesini ülkemiz üzerine bir kâbus gibi çökerten darbe girişimi içerisinde yer almış, yer alanlara her türlü desteği sunmuş, talimatlarıyla onları yönlendirmiş, akıl vermiş, teşvik etmiş, işlerini kolaylaştırmış herkes cezasını en ağır biçimde görsün…
Onun dışında kalanlar?
Bu soru üzerinde düşünülmeli.
ΩΩΩΩ