Yazı hayatımın 50. yılını sürdürüyorum, ama çok şükür kişisel olarak mahkemelerle fazla bir işim olmadı; ancak o pek az deneyim bile bana yargıya güvenmeyi öğretti.
Bir defasında İstanbul 2 Numaralı Devlet Güvenlik Mahkemesi‘nde sudan bir sebeple yargılanmıştım. 1999 yılında meydana gelen depremden sonra ”Bu belâ bizim başımıza Allah’ın bir cezasıdır” diyenler çıkmış, kavga-gürültüye yol açan bu sözlerin sahiplerini ”Türkiye demokratik bir ülke; bu da fikir özgürlüğü kapsamı içerisinde söylenebilir” diye savunmuştum Kanal-7‘deki yorumumda…
Dava, o yorum için ve Türk Ceza Kanunu 312. maddesine muhalefetten açılmıştı.
2002 yılı Şubat ayında yapılan son savunma duruşmasına çıktığımda, mahkeme heyeti başkanının ceza almamdan yana tavrı dikkatimi çekmişti.
Biraz konuşsak benden farklı düşünmediği hemen ortaya çıkacak ‘muhafazakâr’ yapılı biri olduğu belliydi başkanın; ancak TCK’nın ilgili maddesi de açıktı ve cezalandırılmam gerekiyordu.
Yakayı mahkemenin elinden o duruşma ile sonraki arasında TBMM’nin TCK 312’ye yaptığı rotüş sayesinde kurtarabilmiştim.
Eskilerin ”Şeriat’ın kestiği parmak acımaz” deyişiyle ne kast ettiği bellidir: Eğer yolun adalete düştüyse hâkimlerin vereceği hükme razı olmalısın; çünkü onlar adaletten şaşmazlar…
Peki bu örnekler ne?
”Nereden çıktı bu konu?” diye soracağınızı biliyorum, ama sormayın. Şu günlerde herkesin gözü yargıda. Nereye gitsem, kiminle karşılaşsam 15 Temmuz sonrasında başlayan tasfiyelerde yakınlarından birinin başına iş açılanlar, şikâyetlerini münasip bir dille aktardıktan sonra, bana, ”Yargıdan döner mi?” sorusunu yöneltiyorlar…
”Yargımıza güvenin” diyor ve kendi başımdan geçen DGM olayını anlatıyorum.
İnancıma göre, yargı mensupları, uygulamakla yükümlü oldukları yasalardan milim şaşmazlar. Keyfi hüküm vermez, başkalarının emir ve talimatlarını dinlemezler, vicdanları ne diyorsa ona uyarlar…
Son görüştüğüm ve benzer cevabı alan biri, cebinden bir gazete köşe yazısı kesiği çıkarıp bana uzattı. ”Al da bir bak” dercesine…
Ahmet Taşgetiren‘in Star gazetesinde geçen hafta yayımlanan bir yazısını…
‘İyi ki Cumhurbaşkanı konuştu’ başlıklı yazı 13 Eylül günü yayımlanmış…
”Yukarıdaki diğer örnekleri geçin, işaretlediğim şu son bölümü okumanız yeter” dedi muhatabım.
Okudum:
”Yargı mensubu karı-koca sorguya alınır, tutuklanmazlar. Tekrar alınınca ikisi de tutuklanır. Tutuklama kararını veren hakime hanım bayan meslektaşının boynuna sarılarak güvenlik kameraları karşısında hıçkıra hıçkıra ağlar, ‘Ne olur beni affet, bunu yapmaya mecburum; kurban sen misin, ben miyim, hakkını helâl et’ der. Gözü nasıl korkutulduysa 1,5 aydır 3 küçük çocuk annesi meslektaşını tahliye kararı verememektedir.”
Daha önce de okuduğum için bu satırların hemen öncesindeki iki kısa parağrafa da kaydı gözlerim:
”Hamile bir hakim sorguya alınır, ‘Su alabilir miyim?’ deyince ‘Köpüklü kahve de ister misin?’ cevabıyla karşılaşır. / Kırklı bir bebeğin annesine gözaltında iken emzirme izni vermezler.”
Ne diyeceğimi bilemedim.
İstiklâl Mahkemeleri
Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı sonrası giriştiği ‘reformlar’ sırasında kurduğu İstiklâl Mahkemeleri bir zamanlar çok tartışılmıştı. Doğrudur, şapka giymediği için, ya da aşırı muhalif tavırları sebebiyle veya isyan ve askerden kaçma suçları yüzünden çok sayıda insan İstiklâl Mahkemeleri önüne çıkarılmış ve yargılanmıştır.
Pek çok insana idam cezası vermiş, infazı da derhal yerine getirtmiştir İstiklâl Mahkemeleri…
Eleştirilir haklı olarak…
Unutulan bir noktayı hatırlatayım: İstiklâl Mahkemeleri ülkenin yargı sistemi içerisinde kurulmuş olağan mahkemeler değildi. Sözgelimi ‘3 Aliler’ olarak ünlenen mahkemenin başkan ve üyeleri Ali Çetinkaya (Kel Ali), Ali Kılıç (Kılıç Ali), Ali Zırh (Küçük Ali) hukukçu değillerdi.
Atatürk, hukuka uygun işler yapmayacağını bildiği için, İstiklâl Mahkemeleri’ni olağan yargı sistemi dışında oluşturmuştu…
Herhalde vatandaşta adalet duygusu zedelenmesin diye…
Mustafa Kemal’in nesli ”Berlin’de hâkimler var” öyküsüyle büyümüştü çünkü…
Kral ve değirmenci
Birkaç ay önce yolum Berlin’e düştüğünde, Almanya’nın başkentine trenle yarım saat mesafedeki Potsdam’a gitmeyi kafaya koymuştum. SansSuicci Sarayı’nı görebilmek için…
Ünlü Kral I. Frederich’in yaptırdığı av köşküdür saray denilen yapı… Doğruluğu kuşkulu olsa da 200 yılı aşkın bir süredir dilden dile dolaşan bir efsaneye göre, inşaat sırasında, hem arazinin tam ortasında bulunduğu hem de gürültü yaptığı için, bir un değirmenini istimlak yoluyla sarayına katmak ister Kral…
”Alırsın, alamazsın” tartışması çıkar Kral ile tebaası değirmenci arasında…
Sonunda Kral, ”Neden anlamazmışım bakalım; ben Kral’ım, her dediğim kanundur” der…
Der der ama, cevap da dört dörtlük olarak değirmenciden gelir: ”Sen Kral olabilirsin, ama Berlin’de de hâkimler var…”
Cumhuriyet’in yeni kurulduğu dönemde oluşturulan İstiklâl Mahkemeleri’nde, tabii hâkim ilkesi ayaklar altına alınmak istenmediği için, görevin hukukçulara verilmediğini düşünürüm…
Aynı hassasiyet daha sonra da devam etti.
Yassıada Mahkemesi de özeldi
27 Mayıs (1960) darbesine karışanlar pek çok yanlış işler yaptılar. Bunların en başında da Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın asılmasıyla sonuçlanan Yassıada Mahkemeleri rezilliği gelir…
Darbeciler, yaptıklarının yanlışlığının farkındaydılar ve bu sebeple siyasi kadroyu normal olmayan bir mahkemede yargılattılar.
Sanıyorum aynı düşünceyle: Halkın adalet kurumuna saygısını yok etmemek için…
Altay Ömer Egesel’i, Salim Başol’u isimleriyle birlikte bugün hâlâ hatırlar pek çoğumuz, içinden hoş olmayan hisler geçirerek… Biri Yassıada yargıcı, diğeri de savcısıdır…
Yukarıda alıntıladığım örneklerin doğru olduğuna inanmakta bu sebeple zorlanıyorum. Daha aşağılarda birileri önyargılarıyla hareket eder, yanlış muameleler yapabilir; ancak iş yargı mensuplarının önüne geldiğinde…
Onların yukarıdan gelen talimatlara kulak verip yasalara aykırı kararlar verebileceklerini, hele vicdanları rahat olmadığı halde ”Ne yapayım, emir büyük yerden” mazereti arkasına saklanabileceklerini düşünemiyorum bile…
Osman Gazi ne demişti?
Eğer bu duruma geldiysek vay bizim halimize…
Adaletin terazisi bir defa şaşmayagörsün, o ülkede birlik ve dirlik kalmaz çünkü.
Kur’an-ı Kerim’de yüzlerce âyet vardır adalet kavramı üzerinde duran…
Hükümdarlara akıl veren ‘nasihatnâmeleri’ kaleme alanlar, ilk maddeye ‘âdil ol’ öğüdünü yerleştirir.
Osman Gazi’nin kendisinden sonra geleceklere şu tavsiyesi kendi adını taşıyan ilçenin girişindeki heykelinin gövdesine hâk edilmiştir: ”Âdil ol, devlet adalet üzere yürür; bütün halkını eşitlik üzere idare et.”
Tabii bunların hepsini birbiri ardına anlatmaya imkân bulamadım yanlış örnekleri sıralayan yazı kestiğini bana uzatan gence; ancak ”Merak etme, her şey yargıda yoluna girer” demem kalbini yumuşattı sanırım.
Yumuşatmadıysa sebebi ben değilim.
ΩΩΩΩ