Biraz önce bugünkü Jerusalem Post’ta (JP) okudum: Suudi Arabistan’da internet üzerinden gazete okuyanlar artık yeniden JP’yi okuyabilme imkânına kavuşmuşlar.
Suud sansürü, 2013 yılı Mayıs ayında JP’ye erişimi engellemeye başlamış; ülkeden bağlanmaya çalışanların karşısına ‘Ulaşmaya çalıştığınız sayfa yasaklıdır’ gibi bir duyuru çıkıyormuş… Şimdi ise, bir okur Twitter hesabından “Artık JP’a girebiliyorum” mesajı göndermiş; gazete ilgilileri trafiğe bakmışlar…
Ve, evet, Suud yönetimi İsrail gazetesini sansürlemekten vazgeçmiş…
Bir gün önce de, ajanslar, geleneksel Hicri takvimi kullanmakta olan Suudi Arabistan’ın 1 Ekim tarihinden itibaren Batılı ülkelerde –ve Türkiye’de de– kullanılan Gregoryen takvime geçtiğini duyurdu.
Sebep?
İki takvim arasında 11 gün fark var; bürokratlarına her yıl 11 gün fazladan ödeme yaptığını fark etmiş tasarruf tedbirleri peşinde olan Suud yönetimi; bu yüzden takvim değişikliğine gidiliyormuş…
Yalnızca belirtilen sebep değil, böylesine önemli bir dönüşüm haberinin uygulama başladıktan sonra duyurulması da ilgimi çekti.
Ortadoğu’da taşların yerinden oynamakta olduğuna dair başka kanıta ihtiyaç yok: Suudi Arabistan değişebiliyorsa, değişemeyecek hiçbir şey yok demektir…
Suudi Arabistan’dan önce İran değişti
Aslında ilk değişim emareleri, ABD ile yakınlaşma yolunda adımlar atması ve bir anlaşmayla nükleer tesislerini denetime açmasıyla İran’dan gelmişti.
Son haber yine oradan: Dini önder Ali Hamaney, kısa süre sonra yapılacak cumhurbaşkanlığı seçiminde yeniden aday olmak isteyen Batı ile sertlik yanlısı Mahmud Ahmedinejad’ın önünü kesti…
Hasan Rouhani ile başlayan ‘Batı ile yakınlaşma’ süreci devam edecek demektir…
Ustaca bir politika izliyor İran; önce Batı-karşıtı söylemini olağanüstü yumuşattı, sonrasında da Batılı ülkelerin önüne, “Tamam, nükleer silâhlar yapmayacağıma yemin ederim” diye bir uzlaşma konusu getirdi; yıllarca tersine bir tavır sergiledikten sonra…
O yumuşamayla birlikte bölgede hareket alanını genişletecek müthiş bir serbestliğe kavuştu.
Suriye’de ve Irak’ta gelişmeleri etkileyen en büyük güç İran…
Hayli zamandır bu böyle…
Bunlara karşılık Türkiye
Dünkü gelişmeleri birlikte izledik: Türkiye’nin uluslararası gücün bir parçası ve Irak askeri ile polisini eğitme amaçlı olduğu gerekçesiyle Başika’ya bir birlik gönderdiği biliniyor; hükümetin o birliğin görev süresinin uzatılması için TBMM’den geçirdiği tezkere Bağdat tarafından tepkilerle karşılandı.
Irak Başbakanı Haider al-Abadi “Türk askerleri topraklarımızı terk etsin; terk etmezse ‘bölgesel savaşı’ bile göze alırız, Türkiye ile savaşırız” açıklamasını yaptı…
Kendi Meclis’inden TBMM’nin aldığı kararı kınayan bir metni geçirdikten sonra düzenlediği basın toplantısında…
Yakın dostumuz olduğuna inandığımız ABD’nin Irak’ta görevli Uluslararası Koalisyon Gücü’nün sözcüsü olarak atadığı Yarbay John Dorrian da, aynı gün, şu açıklamayı yaptı:
“Irak topraklarında bulunan Türk Ordusu Irak hükümeti tarafından çağrılmamış, resmi izinle gelmemiştir ve illegaldir. Bilindiği üzere Uluslararası Koalisyon Gücü içerisinde, bazı ülkeler Irak Hükümeti’nin izniyle burada bulunmaktadır. Bu güçler IŞİD ile mücadelede Irak Ordusu’na havadan ve karadan destek vermektedir. Türk birliği o gücün bir parçası değildir.”
Ne oluyoruz?
Bu soruyu yalnızca Irak’taki sayıca fazla önemsenmeyecek birliğimize yönelik bu aşırı tepkilere bakarak sormuyorum. Suriye’de de işler Türkiye’nin istediği istikamette gelişmiyor ve IŞİD ile mücadeleyi sahada da sürdürme girişimi belli bir sınır dışına taşarsa, oradan da tepkiler gelebileceğinin işaretleri bir süredir alınıyor.
Düşmanları azaltma, dostları çoğaltma diye başlanmıştı…
Oysa, Başbakan Binali Yıldırım ile birlikte “Düşmanları azaltıp dostlarımızı çoğaltma” amaçlı bir dış politika çizgisi izleneceği duyurulmuştu; şu son gelişmeler zaten bayağı azalmış olan ‘dost’ sayımızın daha da aşağıya inebileceği endişesini doğuruyor.
Ortadoğu’da söz sahibi olma yarışı varsa ve o ilân edilmemiş yarış Türkiye ile İran arasındaysa, 1979 İslâm devrimi sonrasında İran’ın boşalttığı geniş alanı dolduran ve bundan her bakımdan yarar görmüş olan Türkiye, şimdilerde zemin kaybına uğramaya başaldı.
Mesafe çok açıldığı için İran’ın bir çırpıda arayı kapatması zor, ancak o yolda olduğu da çok açık…
Yeni kral ile birlikte Suudi Arabistan’da başlatılan değişim adımları elle tutulur hale geldi; değişimi kollayan ülkelerin sesi daha yüksek çıkabiliyor.
İran da, ideolojik açıdan özünü değiştirmese de söylem temelinde “Değiştim” mesajları vererek bir adım öne çıkmayı başardı.
Türkiye?
Ülkemiz 15 Temmuz gecesi uçurumun kenarından döndü; askeri darbe girişimi başarılı olsaydı sonu öngörülemez bir belirsizliğe mahkûm olacağımız kesin. Başından daha önce dört kez geçmiş ve her seferinde maliyeti yüksek faturalar ödetmiş askeri müdahalenin yeni bir örneğini günümüzde sahneye koymaya kalkışanların cür’eti akıl alır gibi değil.
Ancak 15 Temmuz uğursuz darbe girişimi sonrasında Türkiye’nin en büyük zaafı yeniden görünür oldu: Kendini iyi anlatamıyor Türkiye…
Daha mülâyim bir söylem yerine dünyaya meydan okuma merakımız yüzünden bütün uygulamalar farklı yorumlara yol açıyor.
İki makale
Şu sıralarda Batılı başkentlerde Türkiye üzerinde söz sahibi siyasetçi ve siyasetçilere yakın çevrelerde elden ele dolaştırılan makale, Soner Çağaptay tarafından kaleme alınmış, darbe girişiminden hemen sonra (17 Temmuz günü) Wall Street Journal gazetesinde yayımlanan “Türkiye’nin ‘İran 1979’ Dönemeci” değerlendirmesi…
Dün de, Merve Tahiroğlu ile Benham Ben Taleblu imzalarını taşıyan “Erdoğan İran tuzağına düşmemeli” başlıklı makale The National Interest’te yayımlandı.
Neredeyse üç ay arayla aynı tezi savunan iki etkili makale.
Türkiye İran’ın 40 yıl sonra geldiği ve kendisine zemin kazandıran nokta yerine, 1979’da yaşadıklarını daha câzip görme yanlışlığına düşer mi?
Elbette düşebilir, ama düşmemelidir.
Haklı olmak yeterli değil, başkaları da sizi haklı görmeli
Günümüzün gelişmelerini doğru değerlendiren… Sadece kendimizin haklılığı üzerine oturan değil kendimizi haklı saydığımız konuları başkalarının nasıl algıladığına da önem veren… bir yaklaşım şart.
‘Sıfır yanlış’ gerektiren bir ortamda bir-iki yanlış bile ülkemizi esas hedefinden saptırabilir.
Gazetecilerini hapse atan, cezaevlerini tıka basa dolduran, sürekli olağanüstü bir halle yoluna devam eden bir ülke, eğer bu ülke AK Parti iktidarının ilk 10 yılında çok farklı bir görüntü vermiş olan Türkiye ise, hem çevresinde hem de uzak komşularında yeniden değerlendirme ihtiyacı doğurur.
Bağdat’tan çıkan çatlak ses, umarım, Türkiye karşıtı bir kampanyanın başlangıcı değildir.
ΩΩΩΩ