“Başımıza gelen bir çok şey Suriye’deki durum ve Suriye politikamızın sonucu” sözü Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’a ait.
Kurtulmuş’un bu sözü, şimdilerde gelişen olumsuz ve uğursuz olaylar ile izlenen Suriye politikası arasında doğrudan ilişki kurması, günlerdir farklı biçimlerde yorumlanıyor. Hemen herkes, bu sözden, “Türkiye’nin Suriye konusunda izlediği dış politikanın yanlış olduğu” sonucunu çıkarıyor.
Türkiye’nin Suriye politikası yanlış değil mi?
Elbette yanlış.
Komşusu Suriye’ye, on bin kilometre öteden bakan ABD veya bölgeyle sınırı bulunmayan ve mültecilerden hoşlanmayan Avrupa ülkeleri gibi yaklaşamaz Türkiye…
Yapılması gereken
Politikasını belirlerken, ABD’nin ve Avrupa’nın politikalarıyla ‘yüzde 100 uyum’ gibi bir derdi olursa, bu politika Türkiye’ye zarar verir.
Ülkemizi yönetenler, olan-bitene değil, izlenen politikanın ‘sonradan’ doğuracağı yan etkilere yoğunlaşmalı ve belirledikleri politikaları ittifak ilişkisi içerisinde bulundukları ülkeleri de ikna ederek uygulamaya koymalıdırlar.
Yalnızca Suriye konusunda değil bu tespitim, etrafımızdaki ülkelerin her biriyle ilişkilerimiz için de temel ölçü bu olmalı.
Elbette bunu yaparken, ABD ve Avrupa’nın politikada belirlemede gözettikleri temel ölçütleri de hesaba katarak…
İşte dün burada Suriye ölçeğinde ele aldığım İsrail konusu tam bu noktada devreye giriyor.
Esas gerçek farklı
ABD ve pek çok Avrupa ülkesi politikacıları, İsrail’in kendinden başka hiçbir ülkeyi ve politikacılarını düşünmeden başına buyruk davranmasından ve dünya sistemini fazla önemsemeyen hareket tarzından bizar. Buna hiç kuşku yok. Hitler döneminde Almanya’da yaşanmış ve kitlesel kıyıma (Holokost) sebep olmuş feci uygulamaların faturasının her dönemeçte önlerine çıkartılması hepsini rahatsız ediyor.
Bu bir gerçek. Ancak daha önemli gerçek de şu: ABD ve Avrupa’nın hemen bütün ülkeleri İsrail’in güvenilir sınırlar içerisinde varlığını sürdürmesine kendilerini bağlamış durumdalar.
Ortadoğu haritasına baktıklarında dikkate alınmaya değer gördükleri neredeyse tek bir ülke var: İsrail…
“Neredeyse” kısıtlamamın sebebi, merkezinde İsrail’in bulunduğu Batı odaklı Ortadoğu haritasında, bir de, İsrail’in güvenliği açısından önem taşıyan ülkeler bulunuyor. Mısır öyle bir ülke… Ürdün yine öyle bir ülke…
Mısır ve Ürdün’ün önemi İsrail ile ikili ‘barış anlaşmaları’ yapmış olmalarından geliyor.
Bir anı
Hüsnü Mübarek döneminde uzun süre Mısır’ın dışişleri bakanlığı görevini yürüten Amr Musa, 1996 yılı şubat ayı sonlarında Türkiye’ye geldi. Atandığı günlerde beni de ofisimde ziyaret etmiş olan Mısır’ın o zamanki büyükelçisi Muhammed Fadhullah –sonradan İslam İşbirliği Teşkilatı’nda genel sekreter yardımcısı oldu– “Bu akşam elçiliğe gelir misiniz?” davetini bizzat yönelttiğinde ilginç bir akşama tanıklık edeceğimi bilmiyordum.
Amr Musa ile uzun ve etraflı bir görüşme oldu.
Türkiye İsrail ile askeri işbirliği anlaşmasını kapsamını da genişleterek yenilemek istiyor ve Mısır bundan rahatsızlık duyuyordu.
Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek dışişleri bakanını Ankara’ya rahatsızlıklarını doğrudan iletmek için göndermişti.
Birkaç gazeteciydik. Bakan Musa’ya, “İyi ama, İsrail ile sizin barış anlaşmanız var; Türkiye’nin dar bir alanda yakınlaşması sizi neden rahatsız ediyor?” sorusunu sormak bana düştü.
Aldığım cevabı hiç unutmadım: “Biz” demişti Amr Musa, “İsrail’le aramızdaki çatışmacı ortamı sona erdirme konusunda anlaştık; bizimki bir dostluk ve işbirliği anlaşması değil. Hele askeri hiç değil. Yalnızca düşmanlığı sona erdirme anlaşması. Hükümetinizin kapsamını da genişleterek yapmak istediği ise askeri işbirliği anlaşması. Bu ikisi farklı şeyler…”
Önemli bir de Türkiye var
Mısır ve Ürdün yanında İsrail’in güvenliği açısından önemli diğer ülke, evet bizim ülkemiz, Türkiye…
Türkiye’ye Batı ülkelerinin yönelttiği ilgi ve kısıtlı da olsa desteğin ardında, 1948’de kurulması sonrasında İsrail’i ilk tanıyan İslâm ülkesi olarak Türkiye’nin bulunması, 1980 sonrası diplomatik ilişkilerin düzeyinin aşağıya çekilmesi ile 2010 ve 2012 yıllarında yaşanan iki olay yüzünden büyükelçilerin geri çekilmesi dışında işbirliğinin sürekliliği unsurları da bulunuyor.
Bu gerçeğin farkında olan Ankara’daki hükümetler bölgeye dönük politikalarını belirlerken İsrail’i mutlaka hesaplarına kattılar.
Amr Musa’yı Ankara’ya koşturan askeri anlaşmadan birkaç ay sonra kurulan Prof. Necmettin Erbakan başbakanlığındaki Refahyol Hükümeti de buna dahil.
Refahyol, taban baskısına rağmen, ikili anlaşmaları hemen iptal yoluna gitmedi.
AK Parti Hükümeti’nin Suriye politikalarını belirlerken ihmal ettiği de işte bu gerçek: Bölgede İsrail merkezli bir Batı politikasıyla karşı karşıya bulunduğumuz gerçeği…
Görünmeyen, ama etkili bir tercih…
Bu gerçek, hükümetin ‘İsrail yanlısı’ olmasını, o ülkenin çıkarlarını gözetmesini gerektirmiyor. Tam tersine, İsrail ile ilişkileri ‘gerçekçi’ bir zemine oturtuyor ve Batı’nın Türkiye ile ilişkilerinin de İsrail ile ilişkilerden irtibatsız olmadığını hatırlatıyor.
Türkiye şimdilerde değiştirilmesi düşünülen Suriye politikasında baştan itibaren bu boyutu unutmuş göründü.
İyi niyetle konuya yaklaşıldı; insanların ölmeyeceği, kentlerin tahrip edilmeyeceği bir çözüm arayışına girdi. Suriye için demokrasi ve demokratik seçimle işbaşına gelmiş bir yönetim istedi.
Saddam bundan dolayı gitti… Kaddafi de… Az kalsın…
Batı’nın bölgeye baktığında temel ölçüsü olan ‘İsrail’in kendisini rahat ve güvende hissedeceği bir Ortadoğu’da ise, onu tehdit edecek bir silâhlı güç olarak Suriye’ye yer yok.
Tıpkı Saddam liderliğindeki Irak ile Kaddafi’nin işbaşında olduğu Libya’ya da yer olmadığı gibi…
Kaddafi bu gerçeği anlamış ve London School of Economics’te okuttuğu oğlu Seyfül İslâm aracılığıyla farklı arayışlara girişmişti.
“Suriye’de Beşşar Esad’lı Baas rejimi mi, yoksa sandıktan çıkmış Hamas türü bir Müslüman Kardeşler yönetimi mi?” Batı’nın ‘İsrail merkezli’ hesaplarına uygundur?
Türkiye bu soruyu ve cevabını hiç düşünmeden hep ikinci tercih üzerine kurdu politikasını…
İlkeli bir politikaydı, ancak…
Dünkü yazım “Sahi biz Suriye politikamızı hangi yönde değiştireceğiz?” sorum bugün de geçerliliğini koruyor.
Reel politikaya dönüp Batı’nın İsrail merkezli tercihleri istikametinde mi tavır alacağız, yoksa ilkelerden şaşılmayacak mı?
Yoksa, yoksa, benim hep arzu ettiğim gibi, bu iki tercih arasında uygun yeni bir formül bulundu mu?
Formül bulunduğunun emarelerini görebiliyor musunuz?
Bugün sizlere emanet ettiğim yeni sorum da bu.
ΩΩΩΩ