Her sabah ‘deja vu’ hissiyle uyanmak.. Aynı filmi kim bilir kaçıncı kez izleme işkencesine katlanmak…

55
ABD'nin Amerika Bozgun Devletleri haline dönüştüğünü tartışabilecekken..
Reklam

Deyim Fransızca olsa bile her dilin okumuş-yazmışları işittiğinde ne anlama geldiğini bilir ‘deja vu’nün… 

Aynı anlama gelen bizde de bir deyim var; “Biz bu filmi daha önce izlemiştik” diyoruz…

İster Fransızca düşünün ister Türkçe, hayatımızın önemli bir bölümünün -hatta bütününün- bize o deyimleri hatırlatacak tekrarlarla geçtiğini düşünmeden edemeyeceksiniz.

Kendi hesabıma siyaseti izlerken ister istemez bu hisse kapılıyorum.

Rakamlarla oynanarak gerçeklerin gizlendiği ithamlarına maruz kaldığında, bir bakanın, “Tamam bunu yaptık da sorun bakalım neden yaptık?” tadında kullanıverdiği ‘ulusal çıkar’ gerekçesi sözgelimi; bana hiç mi hiç yabancı gelmiyor.   

Hayatımın neredeyse bütününde devletin en büyük hassasiyeti ‘ulusal çıkar’ konusunda gösterdiğini, itiraz etmem gereken bir ortamla ne zaman karşılaşsam ben ve benim gibi düşünenlerin ‘ulusal çıkar’ gerekçesi hatırlatılarak susturulduğunu hatırlıyorum. 

Otomatiğe bağlanmış gibi, bazen de o gerekçe hiç telaffuz edilmese bile, bizler de çoğu kez kendiliğimizden “Herhalde bu da devletin ulusal çıkar faslından bir tasarruftur” diye düşünüp suskunluğa bürünmüşüzdür.

Devlet adına her yapılan yanlış ‘ulusal çıkar’ hesabıyla yapılmıştır bizim ülkemizde… 

Reklam

Askeri müdahaleler, darbeler bile…

‘Ulusal çıkar’ gerekçesiyle darbe yapılıyor, parti kapatılıyor

Her askeri müdahale sonrasında sıcağı sıcağı yapılmış açıklamalara bir de bu gözle bakın, ne demek istediğimi anlayacaksınız. Geçmişin müdahalelerini unutmuşsanız bile, üzerinden henüz birkaç yıl geçtiği ve sonrasında yaşananlar etkisini sürdürmeye devam ettiği için, 15 Temmuz hain darbe girişimi akşamı TV ekranından zorla okutulan ‘Yurtta sulh bildirisi’ni hatırlayabilirsiniz.

Bildirinin her satırı ‘ulusal çıkar’ gerekçesini gözlere sokmaya çalışıyordu.

‘Ulusal çıkar’ ileri sürülerek sürekli partiler kapatıldı bu ülkede.

Cumhuriyeti kuranların kurduğu CHP bile 12 Eylül darbecileri tarafından aynı gerekçeyle kapatılmıştı.

Milli Nizam Partisi’nden (MNP) başlayarak MSP, Refah ve Fazilet Partisi’ne kadar uzanan Necmettin Erbakan’ın kurduğu/kurdurduğu partilerin Anayasa Mahkemesi tarafından verilmiş kapatılma kararlarına bu açıdan bakabilirsiniz.

Erbakan Hoca’nın seçimden birinci çıkmış partisinin ortak bulunduğunda iktidar olma demokratik hakkını ancak bir yıl kullanabildiğini biliyoruz.

Reklam

Milli Güvenlik Kurulu’nu devreye sokarak hükümeti köşeye sıkıştıran, hükümet ortağı partinin kadroları üzerinden siyasi mühendislik gerçekleştiren 28 Şubat taifesi (1997), sözcüleri aracılığıyla, ulusun çıkarını düşünerek bu yola başvurduklarını açıklıyorlardı.

Susurluk’ta meydana gelen bir kaza sonrasında ortalığa saçılan ‘devlet içinde devlet’ görüntüsü, bir başbakanın dudaklarından dökülen “Devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir” sözü, yüzlerce insanın faili meçhul cinayetlerde hayatını kaybetmesi, bir o kadar insanın beyaz Renault araçlarla kaçırılıp akıbetlerinin bilinmediği bir kaybedilmeye uğratılması, 1960 sonrası bir din büyüğünün cesedine uygun görülen muamele gibi sonraları başkalarının cesetlerinin de helikopterlerden atıldığının öğrenilmesi, bütün bunlar, hep devlet adına hareket eden birilerinin ‘ulusal çıkar’ gerekçelerinin sonuçlarıdır.

Bir darbe sonrasında başbakan, iki bakan idam edildi bu ülkede. Neden? Açın, Yassıada’da kurulu mahkemede idam cezalarını veren heyetin gerekçelerini, onların kararlarını üç siyaset adamı için onaylayan Milli Birlik Komitesi’ni oluşturan askerlerin gerekçeleriyle birlikte okuyun, hepsinin sığındığı bahanenin ‘ulusal çıkar’ olduğunu görebileceksiniz.

İdam sehpaları kurulup ‘bir sağdan bir soldan’ ilkesiyle gencecik insanlar ölüme gönderilirken de aynı hesap geçerliydi. ‘Soldan biri idam edildiyse bir de sağdan biri idam edilmeli’ ilkesi yürüsün diye çocuk yaşta birinin kemik testi yaptırılarak idam edildiğini de gördü bu ülke.

Yine aynı gerekçeyle.

En son, Meclis’in cumhurbaşkanı seçme hakkı adayın eşinin başının örtülü olması yüzünden engellenmek istendiğinde (2007) işitmiştik o gerekçeyi. Ardından anayasa değiştirilip halktan güçlü bir  destek almayla sonuçlanacak bir seçime gidildi de, o olayda işlevsiz bırakılan gerekçenin bütünüyle ortadan kalktığı hayaline kapılındı.

Filmin yeniden tekrarı

Hayalin ham hayal olduğu şimdilerde iyice ortaya çıktı.

İdam cezası en son 1984 yılında uygulanmıştı bu ülkede; Avrupa Birliği’ne girebilme ihtimaliyle birlikte 2004 yılında ceza sisteminden idam çıkartılmıştı. 

Şimdi idamın yeniden getirilmesi isteniyor.

Cesetlerin helikopterlerden atıldığı, insanların kaybettirildiği iddiaları gündemde.

Anayasa değiştirilip parti kapatma neredeyse imkansız hale getirildiği halde, birileri, ısrarla HDP’nin kapatılması gerektiğini tartıştırıyor.

İdam cezasının geri gelmesi adi suç işleyenler için istenmiyor herhalde; akıllarda siyasiler olduğu çok belli.

Ben de bu tartışma gündemine bakıp bilinçli hale geldiğim -o yıl 10 yaşındaydım- 1960 sonrasından itibaren geçen hayatımın bütününde yaşadıklarımın, bir aralar “Artık bunları geride bıraktık” noktasına geldiğimiz halde hem de, günümüzde yeniden canlandırıldığını görüp o hisse kapılıyorum.

“Deja vu” veya “Ben bu filmi daha önce hem de defalarca görmüştüm” hissine…

O hisse kapılmamı sağlayan da, geçmişte olduğu gibi bugün de bütün yapılanlar için ‘ulusal çıkar’ gerekçesinin kullanılması…

‘Ulusal çıkar’ ile kastedilen neyse işte ona en büyük zarar, ‘ulusal çıkar’ gerekçesinin uluorta kullanılmasıyla veriliyor oysa.

Yazık, yazık, yazık…

ΩΩΩΩ   

Reklam

55 YORUMLAR

  1. Sultanbeyli de da oturup Etiler jargınunu konuşmak ne güzel.
    Etiler de insanlar ne güzel yaşıyor.Hiç fakirlik yok…..vs
    Sanki ortdaoğu kendi başına bırakılmış bir alan ve bizde Etilerdeki gibi yaşyabiliriz.
    Bu ne güzel cingözlük.
    Ulusal çıkar zaten yok.Irak 2 günde yalanlarla yerle bir edilmedi.Tüm Ortdaoğu birer kukla değil.
    Etiler çok güzel be kuzumda asgari ücretle Çalışan Sultanbeylilisin biraz izan.
    Bu cambaza bak cambaza cingözlülüğüenü de bir bırakın .

  2. Dini inancı olanlar da ateistler de ‘mümin’ dir.

    – Dini inancı olanlar Tanrı’nın var olduğuna inanır.

    – Ateistler Tanrı’nın var olmadığına inanır.

    • Bu önermeniz benim dört bölümden oluşan fakat son üçü yayınlanmayan yazımın burada yayınlanan ilk bölümündeki kısmında dile getirdiğim iddiamın mantığının hilafına bir önerme olduğundan buna karşı kendimi bir cevap vermek zorunluluğunda hissediyorum.

      Mü’min bir Kur’an terimidir ve temelde Kur’an’ın değişik yerlerdeki tarifleriyle asgari Allah’a ve Peygamberlerine,Kitaplarına,Meleklerine,ahiret hayatı inancına inanmayı gerektirir.

      Allah’a inanmayanlar ise yine Kur’an terimi olarak -uzun yılların kullanımındaki oluşan algıdan dolayı hakaret olarak değerlendirilebiliyor,özel olarak vurgulamalıyım ki,o manada değil- “inkar eden,kabul etmeyen,var olan bir şeyin üstünü örten” anlamında “kafir” olarak tanımlanmış.Sizin önermeniz ise bu manada mü’min ve kafiri terim olarak aynı manalı kılıyor.Zıt anlamları taşıyan kavramları bunlardan birinde yani mü’min de birleştirmek bu terimleri anlam dünyasına katan Kur’an’ın amacına aykırı olur düşüncesindeyim.

      • Burada ‘mümin’ Kurani bir terim olarak değil Arapça kökenli bir sözcük olarak kullanılmıştır ve ‘inanan’ anlamına geliyor. Buna göre değerlendirince yine bu önermelere yanlış der misiniz?

        • Mü’minin yerleşik anlamıyla Allah’a ve bildirdiklerine inanan anlamında olduğunu,inkar eden için ayrı bir anlam taşıyan kelime bulunduğunu ve inanmamaya inanmanın mü’min terimiyle karşılanamayacağını özel olarak bir daha belirteyim ki yanlış anlaşılma olmasın.

          Sorduğunuz üzere Allah’a ve O’nun bildirdiklerine “inanmadığına inanma” hali hakkında ise kesin şeyler söyleyemeyeceğim.Şu kadarını söyleyeyim ki;fıtri olarak yani yaratılıştan her insanın içinde bir Yaratıcıya inanma ihtiyacının konulmuş olduğu kanaatindeyim.Fakat özellikle yetişme döneminde ailesel,çevresel veya hayatın değişik kalıplarına girip çıkmaların etkisiyle bazı insanlarda zamanla, sizin deyiminizle “inanmamaya inanma” hali olabilir.Burada yüzde yüz “böyle bir durum olamaz” diye bir iddia içinde değilim.

          Benim asıl vurgulamak istediğim,”inanmayı inkar etmeye inanmayı” da,inanan/mü’min terimiyle karşılarsak düşünce sistematiğinde karışıklık oluşur,ortaya bir kavram kargaşası çıkar;oysa kelimeler,kavramlar düşünceyi ifade edebilmek, anlaşabilmek,yeni düşünceler ortaya koyabilmek için kendilerine biçilmiş özel anlamlarıyla vardırlar.Yoksa buradaki gibi “inanmamaya inanan da mü’mindir,inanmaya inanan da mü’mindir,o halde herkes mümindir,herkes müminse inanmama da nedir?” gibi iş “Süt Kardeşler” filmindeki Şaban’ın “fes başıma,başım kapıya,kapı başıma,fes kapıya…”repliğindeki gibi bir tekerlemeye dönüşür ki;şu satırları yazarken aynı halet-i ruhiye içinde olduğumdan bu örneği verdiğimi de belirtmiş olayım.

          Yoksa yapmamak ta bir temel olarak bir yapma eylemidir, çünkü yapılmama halinin yapılmış olmasıdır;ancak biz buna “yapılması gerekeni yapmamayı yapmak”değil de “yapmamak” deriz…gibi iş uzar gider…

  3. Almanya, Abdullah Bey. ABD’den sonra federalizmin en güçlü olduğu ülkedir. Zaten, yaygın olarak Almanya dense bile, ülkenin resmi adı “Federal Alman Cumhuriyeti”dir.

    Ülke yönetimi, her biri “yarı-özek” 16 eyalete bölünmüştür. Bu eyaletlerden her birisi, sadece kendi parlamentosuna sahip olmakla kalmaz, aynı zamanda kendi anayasasına sahiptir ve tüm eyaletler kendi parlamentolarında yasama ve vergi toplama yetkilerini ellerinde bulundururlar. Vergiler, merkezi hükümetle eşit olarak paylaşılır.

    Eyaletler, yabancı devletlerle antlaşmalar yapma yetkisine de sahiptirler -merkezi hükümetin yapılmış bir anlaşmayı onama ya da reddetme yetkisi vardır.

    Federal Alman Cumhuriyeti’nin resmi dili Almanca’dır. Nüfusun yüzde 95’ten fazlasının ana dili Almanca’dır. Almanya’nın doğusunda, toplam nüfusun yüzde 0.09’una karşılık düşen, ana dil olarak Sorbça’yı da konuşan (bunu, Sırpça demek olan Serbian ile karıltırmayın) insanlar vardır.

  4. Niye bursa herkes köktenci davranıyor. Öyle niye herşeye siyah yada beyaz diyorsunuz. Kaçınız 8 milyon insan yönetti. Kaçınız 8 bin ? Ülke yönetmekten bahsediyorsunuz. Yeryüzünde “ulusal çıkarı” olmayan bir ülke varmı ? Helede düşmanları olan ülkeler. Eğer bir gün nefsini yenmiş insanların oluşturduğu bir milyonlarca vatandaştan mütevellit bir ülkeden ve ülkelerden bahsediyor olursak o zaman ulusal çıkardan sözetmemize de gerek kalmaz. Keşkeleriniz gerçekçi olmaktan çok uzak. Sizin ütopyalarınız 16 yaşındaki romantik devrimcilerin hayallerinde bulunabiliyor ancak. Geçelim efendim bir kalem. İsviçrevari bir ülke isyorsunuz hakkınızdır isteyin. Ama sizi isviçreye almazlar biliyorsunuz değil mi çünkü siz Türk damgalı ikinci üçüncü sınıf insanlarsınız onlara göre. Anayasası şöyle der.. “isviçre devleti uluslar arası hiç bir anlaşma yada anlaşmazlığa taraf değildir” üstelik birleşmiş milletlere bile üye değildir. Lakin ne hikmetse bir çok anlaşma orda imzalanmıştır. Kara paranın merkezlerinden biridir. Tarafsızlık maddesine rağmen Güya ermenileri katlettiğimizi söyleyebilirsiniz isviçrede. Fakat bilimsel deliliniz bile olsa böyle bir katliam yada soykırım olmadığını söylemeniz suçtur. Bu da elbetteki siyasi bir karardır. Sonra da sizler gelir Ulusal Çıkar ın gerekli olmadığını söylersiniz. Arabasına bomba yüklemiş bir şehrinizi patlatmak isteyen birilerinin size ihbar edildiğini düşünün. İhbar yalan da olabilir. Siz o araçtan bir cevap alamıyorsunuz ve hızla gidiyor dur ihtarına da uymuyor. Hadi vurmayın o aracı da göreyim. Alın size ulusal çıkar. Ha denetim mekanizması gerekli mi evet şart gerekli. Ama ulusal çıkar diye birşey de var.

    • “ulusal çıkarlarımız gereği” diyerek ulusal çıkarlarımız aleyhine yapılan işleri konuşuyoruz Şerif abi, sen nerelere gittin?

    • Sorun da zaten burada, 5 koyun dahi güdemeyenler bizatihi sorunun kendisi oluyor zamanla.
      Ve oturdukları koltukları kendilerinin tapulu malı zannetmeye, ve hatta ben gidersem bu parti batarı da geçtik, ülke elden gider! kıvamına geliyorlar. Yemede yanında yat.
      Devlette devamlılık esastır. Birisi düşerse sancağı kimin alacağı dahi hesaplanır devlette. Koca bi ülkeyi batırmak ta yapsa yapsa trlamp gibi biri yapabilir bu zamanda.
      Bütün çaba sonradan keşke dememek içindir aslında.
      İsviçre bile keşke dememek için kendi tükürdüğünü yalıyor ve ateistlige inanıyorum ama benim inancım yok! diyen inançlı inancsızlar gibi isi sağlama alıyorlar onlarda.
      Kaçan aracın bir yere gidemeyeceği ni biliyor olmanıza rağmen ölümüne kovala sen kaza yap, oda kaçıp gitsin demez kimse.
      Düşmüşse kapana av bir kere bir zıplar iki zıplar..
      Motosikletin arkasında oturan çocuk örneği vermemişsiniz iyiki.
      Yoksa buradaki yorumculardan.. Vay ki vay idi..

      • Şerif abi mdtosikletin arkasına üç çocuğu birden atmış tam gaz gidiyo. yol kenarında bağrışan insanlara niye bağrışıyorsunuz diye hayret ediyor. isvicrede aklanan kara paranın kendi parası olduğundan habersiz.

  5. “Anayasa değiştirilip parti kapatma neredeyse imkansız hale getirildiği halde, birileri, ısrarla HDP’nin kapatılması gerektiğini tartıştırıyor.”

    evet neredeyse!!!
    hdp=pkk aksini iddia eden varsa beri gelsin, evet teror odakli bir parti var mecliste yillardir .tuhaf olan kimse hdp=pkk onermesini gercekci olarak inkar edemiyor ama kapanmasina da karsi bir kismi yazar gibi ..
    fikir hurriyeti ile teror hurriyeti farkli seyler..

    • HDP yönetimi ve seçmeni içersinde PKK’ya sempati duyan ve hak verenler az değildir, bu doğrudur. Fakat HDP=PKK değildir. Bu nedenle genelleme yapmayıp yasalarımıza göre suç işleyenler hakkında hukuk devleti çerçevesinde kovuşturma yapılmalıdır.

    • hdp=pkk ise pkk’nın seçimlere katılmasına izin verip mecliste yer almasına göz yuman devlet yöneticileri pkk’ya yardım ve yataklıktan cezalandırılmalıdır.

  6. Üstat sen hiç bir şey değişmedi diyorsun da, ufak da olsa bazı şeyler değişiyor, mesela CHP’nin söyleminde baya bir değişiklik hissediyorum. Bir zamanlar üç kelimeden birini irtica derlerdi. Birinde de yüksek bürokratları savunurlardı. Şimdi ufak da olsa bir değişim var gibi; bazı belediyeler yardım toplamaya başladı. Herhalde onlar da bu memlekette fakir fukarayı yavaş da olsa görür oldular. Mesela AKP de de var değişim.2002 de ki AKP fotoğrafına baktığın zaman Bugün ki AKP’lilerin yüzde 90’ını göremezsin. Gördüklerinin de konuşmalarına bak. Yüzde 50 sinin söylemi değişik. Mesela o fakir sofralarına yemeğe gidenler yok. Değişim diyordun üstat ya bu değişim yetmez mi? Senin o dediğin değişimler inşallah bir gün olur ya seninle bizim ömrümüz yeter mi bilmem. HERKESE SAYGILAR.

  7. Tarihsel bir iflas olarak laikçilik ve Kemalist devlet. . . Bugün, olabildiğince çok şeyi, bir günde ve bir defada becerebildiğim ölçüde ifade etmek istiyorum.

    Laik, modernleşmeci paradigmayı biliyoruz: Devletçilik, milliyetçilik, kalkınma, rasyonel düşünce üzerine kurulu. Argümanlarımın ciddiye alınırlık şansı artsın diye, laik-modernleşmeci Kemalist anlatının iflasını, karşıt veya alternatif anlatılar üzerinden değil, bizzat bu ideolojik anlatının kendi tezleri üzerinden görünür kılmaya çalışacağım.

    Geçenlerde de değindim. Birleşmiş Milletler Dünya Mutluluk Araştırmaları’ndaki sıralamız çok kötü. Ricam ve beklentim, bu araştırmanın isminden hareketle, bunun magazinsel, kıytırık bir araştırma olduğu varsayımından uzak kalmaya çalışmanız. Mesele, “Eşimle çok güzel bir ilişkimiz var, rol yapmıyorum ayol, gerçekten ilişkimiz şahane” gibi ebelek gübelek, trışkadan şeyler değil.

    Kriterleri bir çırpıda sayayım, çünkü “mutluluk” bu kriterler üzerinden ölçülüp değerlendiriliyor. Şunu söylüyor Prof. Dr. J. Helliwell:

    “Önce mutluluğu nasıl ölçtüğümüzü anlatmam gerek. Dünyanın dört bir yanında araştırmalar yapıyoruz ve sonuçlarını değerlendiriyoruz. 6 faktörü ölçüyoruz: Gayrisafi milli hasıla, sağlıklı yaşam süresi, sosyal destek (yani başınız derde girdiğinde güvenebileceğiniz birinin olması), güven, hayatınıza dair kararları alabilme özgürlüğü ve toplumsal fedakârlık. Ben bunlara bir de bireylerin hayat amacının olmasını ekleyebilirim.”

    Anket çalışmaları da söz konusu araştırnmaların bir parçası. İnsanlara, en yakın çevreden (aile, arkadaşıklar, işyeri arkadaşları ve meslekdaşlar) nihai olarak içinde yaşadıkları toplumun bütününe ne kadar güven duydukları da soruluyor ve bunlar da ölçülüyor.

    Türkiye’de yaşayan insanların birbirlerine güven düzeyi çok kötü değil: utanç verici.

    Yüz yıldır, birbirlerine güvenmeyen insanlar üretiyor Kemalist anlatı ve o anlatı üzerine dayandırılan devlet. Bu, o anlatının kendi argümanları ve iddiaları açısından, çok açık bir başarısızlık, hatta bir iflas halidir. Çünkü, birbirlerine güven duymayan insanlar, enerjilerini hep birlikte ileriye doğru adım atmak üzere seferber olmakta zorlanırlar.

    M. Kemal ve ardından gelenler, bir asır boyunca, devletin kendi insanlarına duyduğu güvensizliği ve kuşkuyu, kendi bekası uğruna, bile isteye bütün toplumsal kümelere yaydı. Birbirine güvenemeyen insanlar, huzurlu bir gündelik yaşam süremezler.

    Kemalist anlatı ve Kemalist devlet, bizlere, hayatlarımıza dair kararlar alma özgürlüğü de tanımadı. Dindarların dindar olma özgürlüğüne müdahale etti dini devletin hizmetine koşmak için. Sol düşünceye yaptığı gibi, dindar düşünceyi de Türk milliyetçiliği havuzuna soktu soktu çıkardı. Snuçlarını üzülerek ve ibretle görüyoruz.

    Milliyetçilik ve vatanseverlik, devletin ağzını kullanarak lumpen bir gösteri ve içi boş bir hamasetin kendisi oldu çıktı.

    Laiklik dedikleri şey, lumpen, kofluk, yüzeysellik, sık sık da soytarılık olarak yaşanan bir gündelik hayat üretti ve buna da ” ilerleme”, “modernleşme” dendi. Batı ve Batılı karşısında aşağılık kompleksi krizlerinden birinden diğerine yuvaralanan seküler elitler, kendi insanlarının sarığından fesinden utandılar. Batılıya Batılı gibi olabileceklerini gösterebilmek için, şebekleştiler. İnsanlarımızı da şebekleştirdiler.

    Laik ve ‘ilerici’ arkdaşlarımız, şimdi, kendi anlatılarını en layikiyle dillendiren Erdoğan’ın savunucusu yorumculara soruyorlar:

    “Vatan millet sakarya’yı bırakın. Bize, Erdoğan iktidarının başarılarını söyleyin. Evet, ne başarısı var?”

    Ben de onlara soruyorum: Bir asırlık Kemalist devlet ve siyaset düzeninin ne başarısı var? Birer birer, tane tane sayın lutfen.

    “Ama CHP ne zamandır iktidar olmadı. Hep sağ partiler yönetti Türkiye’yi.”

    Bunun ciddiye alınır yanı yok.

    Ne diyordu laik-Müslüman Turgut Bey:

    “Sorumluluk almaktan sakınmayalım, güzel insanlar. Başkalarını suçlayarak sorumluluktan sıyırılmaya çalışmayalım.”

    Yazmak, söylemek kolay.

    Söylediğinizi yapsanıza.

    Bu devletin, bu tür bir milliyetçiliğin, güvensizlik ve huzursuzluk içinde bir yaşamın nesi hangi nedenlerle güzel?

    Öğrenmek istiyorum.

    “Sevr’in hortatılmasına izin vermedik.”

    Erdoğan da bunu söylüyor.

    Derdiniz ne Erdoğan’la?

  8. “1960 sonrası bir din büyüğünün cesedine uygun görülen muamele“ cümlesinin öznesi bediüzzaman mı?

  9. Devletin geçmişte Şeyh Said isyanını bastırması, Dersim harekatı, daha sonra 1960, 1971, 1980 ihtilalleri, PKK terörü ile mücadele süreci, 90’lı yılların sonunda 28 Şubat süreci, 2007 E-Muhtırası, 15 Temmuz 2016 operasyonu … Bunlar Devletin “ulusal çıkar veya milli güvenlik” gerekçesiyle siyasete yaptığı müdahalelerin önemli olanlarıdır ve yapanlar tarafından hepsinin bir gerekçesi ve açıklaması vardır herhalde. Şüphesiz ki Devlet kimi zaman çok başarılı olmuş, bazen orta halli bir not almış bazen de sınıfta kalmıştır ve bu bir müdahalenin çeşitli aşamaları için de geçerlidir.

    Devletin siyasete müdahalelerine gösterilen tepkiler üçe ayrılıyor :
    1) Devletin her müdahalesi doğrudur diyen ‘devlet kutsayıcıları’
    2) Devletin her müdahalesi yanlıştır diyen ‘devlet düşmanları’ ve liboşlar!
    3) Devletin müdahalelerinden bazısına sahip çıkan bazısına ise karşı olanlar.

    Akla ve sağduyuya göre ilk ikisini yanlışlar kategorisine almak gerekir. Zira Devlet dediğin de insanlardan oluşuyor ve bunların hep doğru veya hep yanlış yaptığını savunmak gerçekçi değildir.

    Buna göre Devletin siyasete müdahalelerine karşı doğru tavır alanları üçüncü grup içinde aramak gerekir. Fakat bu grup da esasen ilk ikisine benziyor. Zira doğru veya yanlış kararları gerçek verilere göre değil, sahip olunan hayat görüşü/ideolojilere göre belirleniyor. Örneğin laikler 1960 ihtilaline sahip çıkıp 1980 ihtilaline karşı çıkarken, muhafazakarlar tersine bir tutum izliyor. Hatta günümüz şartlarında AKP=Erdoğan 1980 ihtilaline karşı çıkmak şimdi işine geldiği için o da seçmenleri de 12 Eylül karşıtı oluverdiler.

    Devletin “ulusal çıkar veya milli güvenlik” gerekçesiyle siyasete yaptığı müdahaleler hakkında doğru değerlendirmeler yapanlar, bu üç grup dışında kalan küçük bir azınlıktan ibarettir ve toplam içindeki payı maalesef %10’dan daha azdır. Mesele devlete veya siyasetçilere sahip çıkmak olmamalıdır, temel insan haklarını da gözeterek Türkiye’ye sahip çıkmak olmalıdır.

  10. ULUSAL ÇIKAR:

    20. Yüzyıl boyunca, dünya siyasetinin ve uluslararasındaki ilişkilerin anlaşılabilmesinde ortak bir temel politik felsefeyi ifade etmesi nedeniyle, kilit kavramlardan biri kabul edilen ‘’ulusal çıkar’’ kavramı, ulus-devletin artık etkinliğini ve hatta varlık sebebini kaybettiğinin tartışıldığı 21. Yüzyıl’ın başında, evrensel bir şifre olarak önemini hala muhafaza etmektedir. Ulusal çıkar, güç ve güvenlik ile birlikte uluslararası ilişkiler disiplininin en kapsamlı genel teorisi olarak nitelenen ve uluslararası alanı ulusal çıkar ekseninde varolan, anarşik ve güç siyasetine dayalı bir arena olarak tanımlayan realist yaklaşımın devletlerarası ilişkileri anlamada kullandığı en temel kavram ve dış politika kararlarının altında yatan temel itici güçtür.
    Çünkü dış politikanın amacı çıkar elde etmektir ve karar alıcılar da genellikle ulusal çıkar olarak tanımlanan çıkarları en iyi sağlayacak dış politika seçeneklerini tercih ederler. Bu ulusal çıkarı günümüzün küreselleşen dünyasında hala vazgeçilemeyen bir kavram
    olarak karşımıza çıkarmaktadır.Kaynak:Ulusal Çıkar/Ayşegül Yıldırım.TUİÇ Stajyeri.
    Yöneticilerin, devletlerin dış politikalarını dayandırdıklarını söyledikleri temel ögelerdir.
    Marksistlere göre devletin çıkarları veya ulusal çıkarlar aslında toplum içindeki egemen sınıfın çıkarlarından başka bir şey değildir. İç politikada olduğu gibi dış politikada da devlet, mevcut düzeni dış tehlikelerden koruyan ve egemen sınıfın dışarıdaki çıkarlarını yürüten başlıca araçtır.
    Diplomatik ilişkiler ulusal çıkarlar örtüsüne gizlenmiş olan grup çıkarları ya da toplumsal sınıf çıkarları arasındaki çatışmanın bağdaştırılmasından başka bir şey değildir. Ulusal çıkar kavramının tüm ulusun çıkarlarının bir bileşkesi (bilgi yelpazesi.net) niteliğini taşıdığını kabul eden klasik görüş taraftarları açısından da hangi ögelerin ulusal çıkarı temsil ettiğinin belirlenmesi sorun olmaktadır.
    Son yıllarda özellikle de ABD’li bazı yazarlar kavramın uluslararası politikanın biçimsel analizi açısından pek uygun olmadığını, dolayısıyla yerine başka kavram ya da kavramların konulması gerektiğini savunmaktadırlar.
    Kaynak:ULUSAL ÇIKAR, ANLAMI, AÇIKLAMASI, TANIMI (ULUSLARARASI İLİŞKİLER VE ULUSLARARASI POLİTİKA DERSİ İLE İLGİLİ KONU ANLATIMLAR, DIŞ POLİTİKA, YAKIN TARİH).bilgiyelpazesi.com
    Saygılar.

  11. Sn.bernar yine kokoslu aromaterapi seansını ihmal etmiş gibi görünüyorsunuz; sizin oraların çayları da güzeldir; ingiliz gibi konuşup türk çayı içmek niye?
    Kanımca oturun oturduğunuz yerde; faydanız yok zarar da vermeyin!
    Hele de adını sanını zikrettiğiniz sömürge yarı aydınlarına kaldıysanız hiç yerinizden kıpırdamayın derim…
    Dün yine hezeyanlar içersinde ordan oraya ağzından köpükler saçarak saldırırken “adalet nerede; göktürk menkıbelerinde mi?” diye soruyordun.
    Evet! Ayrıca onlar “menkıbe” değil insanlığın yayınladığı ve gördüğü ilk gazete örnekleridir!
    Aç oku; bugünün siyasi gündemiyle tonyukuk, bilgekağan ve kültiginin yayınlattığı ya da diktirdiği taşkitabelerdeki gündemin tek kelime farkı var mı kendin gör?
    “Halkın tarihini bilmeyen özünü bilmez/
    Özünü bilmeyen söyleyen sözünü bilmez/
    Pınarın sefalısından içer hayvan suyu;
    Pınarın gözünü bilmez!” (B.V.)

    • İyi de hem ben hem siz, artık suyu pınardan değil, pet şişelerden içiyoruz. Bu durumda pınarın gözü, pet şişeler ve plastik damacanalar üzerindeki marka isimleri mi oluyor? Olmuyorsa, pınarın gözü nerde? “Ters çevir, damacanın şeyine bak, orda yazıyor” mu diyorsunuz, ne diyor, ne tür bir çözüm önerisi sunuyorsunuz?

  12. Fatih Bey’in son ve kısa metninin gözden kaçmaması gerekiyor. Çünkü değerli. Dolayısıyla, değerlendirmek gerekiyor.

    M. Kemal’in kurucu babası olduğu Kemalizm ideolojisinin günümüzdeki ‘çağdaş’ ‘düşünsel’ savaşılarının dillerinden düşürmeyip tekrarlamayı pek sevdikleri rasyonallik (akılcılık), çağdaşlık, Batı uygarlığı gibi terimlerle bu ‘düşünsel’ savaşçılar arasındaki ilintiye (yani ilintisizliğe) dikkati çekmek durumundayız.

    Önce, Fatih Bey’in geçen hafta “milli üst akıl” talep ve çağrısında bulunurken (Fatih Bey, derin devletçi. Ama derin devletin ‘milli’ ve de iyi huylu olanını isteyen bir arkadaşımız. Talep edip çağrısında bulunduğu garabet çok göze batmasın, herkese hoş görünsün, ilericiliğine zeval gelmesin diye, ‘milli’ sözcüğünün yanına parantez açıp içine ‘ulusal’ sözcüğünü koymayı akıl edecek kadar da akıllı), onu bu talebe iten zihin dünyasının izini sürmek için, yazdığını kopyala-yapıştır şeklinde tekrarlayıp hatırlatalım. Şöyle yazıyor, Fatih Bey:

    “İki dil iki millet ve bunun sonucu da bölünmek demektir. / Ayrıca Kürt milliyetçilerinin hak iddia ettiği toprakların yarısında, yakın geçmişte Ermeniler Kürtlerden fazlaydı. / Böyle tavizlerin sonu bir nevi Sevr’e kadar gider. / Herkesin çıkarına olan optimal çözüm Türkiye Cumhuriyeti devleti ve onun üniter yapısıdır. / Bundan gerisi ütopyadır, gerçekleşmesi ise Balkanlaşmadır.”

    Bakalım Fatih Bey’in ve türdeşlerinin zihin dünyası, deney tüpüne sokulup dönüp dönüp bizim başımıza kaktıkları Batı uygarlığı ve Batı rasyonalitesi ile etkileşime girip sınandığında ortaya ne çıkıyor, bir görelim, göstermeye çalışalım. Kendileri kabul etmeyecek olsalar da, onları kendi silahları ile utandıralım.

    Buna girişmezden önce, Fatih Bey’in geçtiğimiz günlerde muhtemelen editörlüğe takıldığı için tamamını okuyamadığımız yorum metnin ilk cümlelelerini de buraya alalım:

    “Türkiye üniter bir devlettir. Resmi dili Türkçe’dir. Eyalet. . .” (gerisi okunmuyordu, ama “Eyalet güzel bi şeydir, herkese tavsiye ederim” demeyeceğini biliyoruz.)

    Hollanda, Fatih Bey’in de bildiği üzere, hayli küçük bir ülke. Nüfusu 17 milyon kadar.

    İki resmi dili var Hollanda’nın: Hollandaca ve Hollanda’nın başkenti Leeuwarden olan Frisland eyaletinde konuşulan Frisçe. Leeuwarden, sadece Frisland eyaletinin başkenti değil. Kendi eyalet meclisi, kendi siyasal partileri, kendi iktidar koalsiyonları var. Fris Ulusal Partisi, sık sık, kurulan koalisyon hükümetlerinin üyesi.

    Bence Hollanda devleti, eğer üç kuruşluk ‘rasyonel’ düşünme becerisi varsa, Fatih Bey’in bütün ulaşım ve yol masraflarını karşılasın. Hollandalılara, ne dehşet bir potansiyel tehlikeyle karşı karşıya olup bunu görmekten aciz olduklarını bir anlatsın.

    Sonra, gelip bizlere, Holanda’nın nasıl olup da ayakta kalabildiğini, bölünüp komşusu olduğu Almanya gibi ülkelere yem olmayıp yoluna bu şekilde devam edeblidiği konusunda bize ‘rasyonel izahat’lerde bulunsun. Ben dinlerim doğrusu.

    Peki, çok resmi dilli, çok yerel ve özerk parlamentolu, çok dinli Avrupa ve Batı ülkeleri Hollanda’dan (ve Fatih Bey’in “Ama o bir istisna!” diye itiraz edip kuyruğu dik tutmaya çalışacağı ABD’den) mı ibaret?

    Değil.

    Bu tür ‘irrasyonel’ ve ‘çok tehlikeli’ yönetim mekanizmalarına sahip olan, çok kültürlülüğün, çok dilliğin ne tür beka sorunları yaratacağından bihaber yaşayan şavalak Avrupa ve Batı ülkeleri, Hollanda’dan ibaret değil.

    Sabrınızı taşırmak istemediğim için, kısa kesiyorum.

    Fatih Bey, “İyi ama. . .” demeğe getirip yine ‘istisna’ argümanıyla kaz çevirmeye girişirse, o zaman terlikleri kapıp “Alın o zaman size Kanada!”, “Alın o zaman size İtalya!”, “Alın size Yeni Zelanda!”, “Alın size İspanya!”, “Alın size Belçika!” diye bir düzine terliği Fatih Bey’e sallayacağım.

    Siz, M. Kemal’in kurucusu babası olduğu Kemalizmin bu korkutmacalarına kanmayın.

    Dindarlarımız ve gelenek, seküler sapıtma ve sapıklıklarımız karşısında kendisine sığınabileceğimiz limanlardan biri, Kürtler, dünyanın en mütevazi, dost canlısı halklarından biridir.

    Fatih Bey ve vesayetçi (çağdışı ve dolayısıyla gerici) devlet düzeninin ideolojik askerleri, bizler sazanlaşalım diye kullanıyorlar bu iki öcüyü.

    Yıllardır kültürel alanda laik hegemonyaya sahip oldukları için, pek okumuyorlar. M. Kemal’in devraldığı şeyi orada burada kol bacak kesen dindarlar, hobisi ayaklanmak olan Kürtler şeklinde resmeden bir film izlettirilmiş bunlara.

    Bir asırdır aynı filmi anlatıp duruyorlar. Bir asırda arpa yol kat ettiğimiz doğrudur. Ama, rakamın iki de olabileceği kuşku ve tartışma götürür. Nasıl James Bond film serisinin ilkindeki ana karakter zaman içinde değişmiş ise, bunların oyuncuları da değişmiştir elbet.

    Ama, seri, inanın, aynı film serisidir.

    Fatih Bey’in zihin dünyasının da ne rasyonel düşünceyle, ne Batılı zihniyetle, ne de bilip öyle konuşma ile ilgisi vardır.

    Dünyayı bir asır geriden takip eden, 1923’e takılıp kalmış bir zihin bu. . .

    • Bernar bey, 1923’e takılıp kalmış bir zihin diye terlik fırlatmanıza gerek yok. Sizin zihninize göre Türkiye’nin idari bölünmesi nasıl olmalı? Bunu bize yeterince açıklarsanız, belki benim de kafama yatar desteklerim.

      • İlkin ve acilen, 21. yüzyıl Türkiyesi artık bir sivil anayasaya, tepeden tırnağa değiştirilmiş bir Siyasi Partiler Yasası’na kavuşturlup yönetim sistemi de bunun üzerine inşa edilmeli.

        Barbarlar dünyasında yaşamadığımız doğru ise, uygarlıktan söz edecek isek, Anayasa, kamu yönetminin görevlerini, sorumluluklarını, yurttaşa karşı ödevlerini yazar. Bir de, yurttaşların yurrtaş olarak yükümlülüklerini (vergi, askerlik, vs.) yazar, haklarını tane tane yazıp bunları güvenceye alır.

        Türkiye, her idari kararın merkezi hükümet tarfından alındığı ilkel bir yönetim sistemiyle hiçbir yere varamaz. Ülke, idari bölegelere ayrılır. Merkezi idarenin iktidarının bir kısmı, “Yerel yönetim” dediğimiz şey yeniden tanımlanarak, yerel yönetimlere aktarılır. Edirne’den Hakkari’ye yerel yönetimlerin yetki kazandığı bir yönetim modeli, bürokrasinin şişmesinin, devlet bürokrasisinin bir arpalığa dönüşmesinin, çeteleşmesinin, kentlerin sorunlarına ilişkin dosyaların küme küme yığılmasının önüne geçer.

        Siyaset, bir hizmet işidir. Bir yüzükle geliyorsanız, iki yüzükle ayrılırsınız. Milletvekilleri hem yerelde seçilip yerele karşı sorumlu olmalı, hem de aldıkları ücret 4 asgari ücreti geçmemelidir.

        Sağlık, eğitim, güvenlik dışındaki bütün kamu ihaleleri yerel yönetimlerin inisiyatifine ve yetkisine aktarılmalıdır. Şeffaf, denetlenir olmalıdır bütün kamu ihaleleri.

        Sayıştay, danıştay gibi denetleyici oranlar genişletilip güçlendirilmeli, güçlü anayasal yetkilerle donatılmalıdır.

        Devletin dini de olmaz, diyanet işleri de olmaz. Külliyen sivil topluma terk edilmelidir dini alan.

        Terör denilen şeyin, evrensel, çağdaş, değişmeden kalan bir tanımı yapılmalıdır. İsteyen “Kır gerillası köylerden şehirlere ilerlerken, şehir gerilası da ordunun sol Kemalist, bujuva devrimcisi kanadı ile. . .” türü sırvaları yazıp anlatsın dergisinde kitabında. Zerrece önemi yok. Zırvalıkları yazmakla yetnimeyip kır gerillası kurmaya kalkarsa, yapışırsın yakasına, dinyanın kaç bucak olduğunu gösterirsin.

        “Bu Türklerle olmayacak bu iş. Kapatalım dükkanı, Kürtler olarakdan kendi dükkanımızı açalım.” Bunda da zerrece tehlike yok. Yazsınlar, panaller düzenlesinler. Seçimlerde takke düşer, kel görünür.

        Kürtlerin dilinden kültüründen korkup ürkmek, Türklerin korkaklığı ve rezilliğidir. Laz Lazca konuşur, gider Erdoğan’a oy verir. Bahçeli ikitdar olsun, insanlar ev sahibi olsun, Batı’daki AVM’lere gibi AVM’lere gitsinler, kıyak cafelere çöreklenip geyik yapsınlar, İnstragam’dan kız tavlamaya çalışsınlar, birbirlerinin resimlerine like atsınlar. Kürt olarak Bahçeli’ye basmazlarsa oylarını, gelin yüzüme tükürün.

        Oğlunu kızın yasakla, tokatla zapteden, zaptedetmeye çalışan, onun ne müzik dinleyip ne giyeceğine karışan baba, sefil ve akılsız bir babadır. Kendine de, oğluna da hayır gelmez o nafile zapt etme uğraşından.
        ,
        Türkler, karakterli olsunlar. türkleri karakterli gören kürdün yağı üç dakikada erir. Nasıl şimdi herkes FETÖcü diye birbirinin boğazına sarılıyorsa Erdoğan iktidarının havuzunda bilmem nesinde, PKK’nın kışı kırık bunak şefleri de birbirlerinin boğazına çöker sen devletin adamısın diyerekten.

        “Olmaz, bu söylediklerin Sevr’i yeniden hortlatır” derseniz, 40 yıldır Kandil’de üç beş bin akılsız Kürt gencini bitiremediniz. Yirmi milyonunu nasıl zapt edeceksiniz? Yüzyıl 20. yüzyıl başı da değil ki Kürtleri Ermeniler gibi oradan buraya sürün, kurda kuşa, hayduta ırz düşmanına yem edin.

        Bölersiniz Türkiye’yi. Burada derin devletin Baascı amcaları, orada PKK’lı Reis’lerin çeteci devleti, inim inim inleriz, en güzelinden Orta Doğu’ya benzeriz.

        Tatlı dil ve huzurlu bir yaşam, az çok memnuniyet verici bir yaşam standardı, yılanı kovuğundan çıkarır, akılsız Kürt gencini dağdan indirir.

        Mesele, bunu isteme, akıl ve karakter meselesi.

        İstersek olur. Kürtler hazır -hep hazırlardı zaten.

    • Hollandanın düzeniyle ilgili söylediklerini ispanyada ve katalonyada da bi anlatsana sn.bernar!

    • Frisland dediğiniz yer Bursa’nın yarısı kadar 650 bin nüfuslu bir bölge. Ayrıca tüm kaynaklarda Hollanda üniter devlet olarak gösteriliyor. Buradan Türkiye’ye örnek çıkartmanız anlamsız olmuş.

      • Söylediğiniz biraz “Maaşınızı dolarla mı alıyorsunuz?” muhabbetine benzemiş, Abdullah Bey. Hollanda’nın toplam nüfusu zaten 17 milyon. Hem ‘dediğim yer’in nüfüsü 650 bin olsa ne olur, 6 milyon 500 bin olsa ne olur? Hatta nüfusun küçük olması, sizin görüp öyle göstermek istediğiniz resmi ve argümanı geçersizleştirir: “Adamların toplam sayısı 650 bin, ama konuştukları dili 2. resmi dil saymış devlet. Yetmemiş, adamların kendi parlamentosu olmuş.” derse birisi, ne diyeceksiniz?

        Bu işler, “Ama yeterince büyük değil ki!” ya da, “Bu ne ya! Çok büyük! Bundan da bir standard çıkmaz” işleri değil. Bir akıl, zihniyet, insan hayatlarına değer verme meselesi.

        Avrupa ülkeler haritasını önünüze koyup bir bakın. Nüfusu talep ettiğiniz büyüklükte olanını mutlaka bulursunuz. Yine, “Yetmez, onlar da küçük gibi sanki” derseniz, size Kanada verelim.

        • Kanada kıta büyüklüğünde bir ülke. Avrupa’da büyük toprağı olan ülkelerden bir örnek verebilir misiniz? İstisnalar kaide olmaz! Ayrıca Belçika’nın bölünmek üzere olduğunu hatırlatırım.

  13. Partilerin isimlerini açık açık değil de ABC diye yazmalarının sebebini şimdi anladım, insanlar korkmasın diye.
    Nizamm.. Kurtuluşş.. Adalet cumhuriyet hak hukuk daha neler var kim bilir.
    Birde simdikilere bakın: deva, gelecek, çiçek melek der gibi..
    Demekki artık kurtulmuşuz, önümüze bakıyoruz diye anlamamız gerekmez mi?
    Lakin, niye öyle bir duygu, bir his oluşmuyor bende acaba?
    Cumhuriyet demokrasi hak adalet fazilet ahlak
    Düzen, hukuk, merhamet, laiklik, özgürlük, bunlar zaten var olması gereken ekmek su gibi şeyler değilmi?
    Niçin birileri tarafından bana vadediliyor hala? Bu günlerde bunlar yok mu ki?
    Niçin geleceği planlayan, uzay teknoloji bilim ilim yeni ufuklar, yeni bir bakış değilde,
    Yeşili koruyalım, çiçeklere basanı ..
    Yuvarlak değirmen taşının etrafında dönüp dönüp aynı noktaya yine gelmemek için,
    Duble yollar yapmak som altın değerinde köprüler yapmak trilyonluk havaalanları büyük hastaneler yapmak yetmediyse,
    Işınlanma teknolojisinin gelmesini (onu da aşı gibi ithal ederiz verirlerse) mi bekleyeceğiz?

  14. “Kendi hesabıma siyaseti izlerken ister istemez bu hisse kapılıyorum.”…

    “Hayatımın neredeyse bütününde devletin en büyük hassasiyeti ‘ulusal çıkar’ konusunda gösterdiğini,…”…

    “İdam cezasının geri gelmesi adi suç işleyenler için istenmiyor herhalde; akıllarda siyasiler olduğu çok belli.”…

    Ben, yukarıdaki üç cümleden birincisinden “siyaseti”, ikincisinden “devletin en büyük hassasiyeti” bölümünden “devlet” ile üçüncü cümleden ise “siyasiler” kelimeleri üzerinden aklıma gelen şu soruyu soracağım; Devlet, siyaset ve siyasetçiler?.. devletin siyaset ve siyasilerle, siyaset ve siyasilerin de devletle olan ilişkisi nedir? Diye…

    Bizim bildiğimiz; Demokratik bir Cumhuriyet olan devletimizde, devleti yöneten, halk oyu ile seçilen hükümet ve onun üyeleri olan siyasilerdir. Hükümetin yönetim işlevini ise, yine halk adına Yasama organı olan TBMM ile hem meclisin ve hem de hükümetin tasarruflarının Anayasaya ve kanunlara uygunluğunu denetleyen Yargıdır.

    Devletin en tepe organları/kurumları TBMM, Hükümet ile Yargı (Yüksek Yargı Organları) dır. Devleti, diğer alt organ/kurumlar (Bürokrasi- bürokratlar) ile beraber yönetirler.

    Hepimizde yaygın olan diğer bir kanı, görünür olanın yanında, bir de görünür olmayan Devlet -derin devlet- vardır değil mi?

    Başka bir açıklama yapmaya gerek duymadan şunu soracağım: Bu olabilir bir şey midir.. Bir devlet vardır zaten. Bir Devlet içinde iki devlet yapısı olmak olacak şey midir?

    Bir soru da şu olsun: Devlet mi önce gelir, Hükümet mi? (Siyaset ve Siyasiler).

    Daha önceden, buradan da şu düşüncemi açıklamıştım: (demokratik sistemlerde) Devlet, hiç kendini, 4 yada 5 yılda bir yapılan seçimlerde, değişik yeni kişi ve kişiliklerle iş başına gelen hükümetin -siyasilerin- ve meclisin kollarına bırakır mı! Kendini tümden onlara teslim eder mi hiç! Diye…

    Etmez; çünkü devlet onlara “devlet yönetimini ve uluslararası çıkarlarını, ilişkilerini; devletin sırlarını bilmeyen siviller gözüyle bakar da ondan. Sahip olduğu Yargı(!) ve Bürokrasine ve diğer köklü kurumlarına rağmen…

    Bu arada, devlet gücünü bir şekilde elinde bulunduran kurum ve kişiler, devlet adına bir takım tasarruflarda bulunurlar; kanunda, yasada yeri ve dayanağı olmadığı halde…İşte sorun tam da burada başlamaktadır.

    Şu anda ülkemizdeki tablo nasıldır? Halkın, seçilmişler eliyle kendi kendini yönettiği bir Demokratik Cumhuriyet midir?

    Kimimiz, cevaben “tabi ki; ülkenin en tepe yöneticisi bir siyasetçi, sivil; halkın oyu ile seçilmiş bir yönetici değil midir” diye karşı bir soru sorabilir.

    Bunu en iyi tahlil edebileceğimiz elimizdeki done/ler, uzunca yıllara yayılmış yönetim sürecinde yıllar içerisinde değişim ve dönüşüme maruz kalmış AK Parti yönetiminin, yıllar içerisinde ters yüz olan ilke, hedefleri ve yönetim anlayışı olacaktır: 3 Kasım 2002’den itibaren tamamen sivil bir yönetim anlayışıyla yöneten AK Parti, 2010’lu yılların birinci çeyreğinden sonra giderek merkezileşen, otoriterleşen ve sonunda değişen sistem yapısı içerisinde, küçük ama etkin nev zuhur hükümet ortakları ile beraber neredeyse militarist bir yapıya evrilen iktidar…

    Sonunda, her seferinde devlete (bürokrasiye) ram olan yada işlediği/işletilen cürümler (kanunsuz uygulamalar, yolsuzluk, hırsızlık, özel-genel durumlar v.b) yüzünden devlet bürokrasisine boyun eğen, halktan ayrılıp devletin safında yer tutan siyasiler üzerinden bir “hukuk devleti” olma hüviyetine bürünemiyor ülkemiz!

    Bunu hep “böyle gelmiş böyle gider” gibi yeniden yeniden yaşıyoruz.

    Devlet, derin olan kardeşiyle beraber (eğer onu -Derin olanı- bağlayan bir güç! yoksa) artık halkına güven duymayı öğrenmeli.

    İdammış!

    Önce devlet yönetim sisteminin adını ona uygun koymalısın ki…

    Nedir o sistemin adı? Bilelim.

    • Türkiye’de münevverler var. Her şeye rağmen varlar. Soluk alıp veriyorlar, düşünüyorlar, yazıyorlar. . . Yaştıştırıp teskin ettiniz. Allah sizden razı olsun.

    • Hasan bey her ne kadar yorumunuz sn.bernarı rahatlatmış ve yüreğine biraz su serpmiş olsa da en sona bir soru eklemeyi de ihmal etmemişsiniz.
      Elcevap: türkiye devleti bir cumhuriyettir ve türktipi başkanlık sistemiyle yönetilmektedir(ankara kriterlerine göre de diyebilirsiniz) itirazı olan?

      • Türkiye devleti bir cumhuriyettir, buna katılıyorum. Fakat Türk tipi başkanlık sistemi tam bir fiyasko olmuştur!

        • Sn. H. Gayret ve Sn. min bey; mezkur soruya cevabınız olan cümledeki ilgili yere bir de şu şekilde bir cevap yazınız bakalım; “…Türkiye Devleti Demokratik bir cumhuriyettir..” diye…
          Evet, ismen ve şeklen öyle olabilir..Peki realite neyi söyler?
          Bu tartışma, daha çok su kaldırır, değil mi?

          • Demokratik kongo cumhuriyeti ne kadar demokratik bir ülkedir hasan bey?
            Kendiniz yazıp kendiniz söylüyorsunuz; bence siz anayasayı dikkatli okuyun!

  15. Hocamız dünkü yazısının sonunu ‘ Ne yapalım, ülkemizin kaderi bu ‘ diye bağlamıştı; ben de ona itiraz etmiş ‘ Hayır bu ülkemizin kaderi değildir , bize bu kaderi yaşatan gelmiş geçmiş bütün yöneticiler daha doğrusu siyasetçilerdir ‘ demiştim .Aynı sözüm bu günkü konu için de geçerlidir ! Maalesef siyasetçilerimizin genel olarak faziletten yoksun oluşları ,Cumhuriyetin başından beri ülkemiz ve milletimiz için , bir türlü bitmeyen sorunlarımızın hep temel nedeni olmuştur . Bana göre en az bunun kadar önemli ve adeta hastalık haline gelen diğer bir sebep de devletimizin biz vatandaşları genel anlamda ‘adam yerine ‘ koymamasıdır . Bu zihniyet bize maalesef Osmanlıdan kalan en büyük ve en kötü miraslardan birisidir ve hala devam etmektedir . Ben şahsen hayatım boyunca işimin düştüğü bütün devlet dairelerinde hep o tepeden bakışı , önemsenmeyişi , adam yerine konulmayışı , işimin bir angarya olarak görülmesini hep müşahede ettim veya yaşadım . Bir örnek vererek konuyu kapatmak istiyorum : Bu güne kadar çeşitli konularda BİMER/CİMER ‘ e 10 adet dilekçeyle şikayet veya görüş ve önerilerde bulundum , evet cevap vermediler değil , verdiler ama inanın hiç bir cevap formaliteden , sırf cevap vermiş olmaktan hali değildi ve en önemlisi de somut olarak hiç bir şeyin yapılmamıştır ; çünkü her şeyin en iyisini , en doğrusunu bizde devlet bilir ! Herkese selam ve saygılar

  16. “…itiraz etmem gereken bir ortamla ne zaman karşılaşsam ben ve benim gibi düşünenlerin ‘ulusal çıkar’ gerekçesi hatırlatılarak susturulduğunu hatırlıyorum. 
    Otomatiğe bağlanmış gibi, bazen de o gerekçe hiç telaffuz edilmese bile, bizler de çoğu kez kendiliğimizden “Herhalde bu da devletin ulusal çıkar faslından bir tasarruftur” diye düşünüp suskunluğa bürünmüşüzdür.”

    Metninizi okuyunca üç gün önce sansür ettiğiniz uzunca yazımı hatırladım nedense.
    “Devletin ulusal çıkarı” kavramının yerine “umumi ahvalin korkusal çıkarı” kavramını yer değiştirdiğimizde mana cuk diye yerine oturuyor.Çıkarların kaynağı bana aynı görünüyor.Her türlü kaygıdan azade önce kendimize bir bakalım derim,çoğunluk düzelirse devlet te dahil her düzelme peşinden gelir zaten.

    Sağlıcakla.

    • Uğur bey çoğunluk sadece senin istediğin siyasi tercihlerde bulununca mı düzelmiş oluyor?

    • bizim saf temiz kalpli, düşünceli insanımızın garip umutları, belki hayalleri, belkide ne olduğunu kendinin bile kestiremediği umarsız duyguları var.
      tüm dünya müslüman olsa (hırsızlık, yolsuzluk, haksızlık, istismar, kadınların saçından sokak otsında sürüklenmesi, küçük çocuklar.. düzelecek sanki),
      tüm partiler birleşse (sanki herkes el birliğiyle karınca gibi çalışmaya koyulacak, depremler durdurlacak, buğday tarlaları ayda bir mahsül verecek, ayda bir ay kenarında dünya manzaralı bir masada kahvaltı yapılacak ailece),
      idam kalkacak, çünkü herkes mutlu, herkes dümdürüst, cennetlik. cenneti dünyada taklit edecekler nerdeyse),
      aah keşke.. nerdee..

    • Uğur bey merhaba! umarım benim, bu ülkede bu zulüm varsa bunun en büyük sorumlusu sol ve demokrat geçinenler düşüncemi anlamışınızdır. Evet, solcular kendi işkencecilerini besleyip büyüttüler. Evet, bugünkü zulümden en fazla sorumluluğu olanlar, ahmet altanlar, nazlı ılıcaklar, murat belgeler, Ahmet nesinler, yıldıray oğurlar vs. çünkü gerçekte hiçbiri demokrat değil (di), hepsi günlük davranışlarında sansürü, baskıyı, yasakları meşrulaştırdılar, meşrulaştırıyorlar.
      – Ayrıca da, ülkenin gidişatını, iktidarın gidişatını çoban mehmet değil, bunların analiz edebiliyor olması lazımdı. bunlar ise, “o zaman destekledik ama akp o zaman böyle değildi” modunda savunma yapıyorlar. Akp’nin gerçekte o zaman da aynıydı. cumhurbaşkanı abdullah gül ile başbakan recep tayyip erdoğan, bir akplinin evinde buluştular.
      – bir cumhurbaşkanı ile bir başbakan cumhurbaşkanlığında biraraya gelir, tanıdıklarının evinde değil. Yürütmenin en önemli 2 insanının bir tanıdığın evinde biraraya gelmesi (basına bilgi verilmeden), anormal bir durumdur. Taa o zamandan, bu ülkenin eğitimliyim diyen kesiminin bu davranışı doğru değerlendirebilme yeteneğinde olması gerekirdi. Ancak, onlar, hiçbir zaman bu ülkenin yararına olacak şekilde düşünme yeteneğine sahip olamadılar.
      – Murat belgenin kendisine de yazdım. tabii cevap vermedi.
      – Bunca senedir yazıyor. türkiye entellektüel dendiğinde akla ilk murat belge gelir. akp’nin akil insanlar heyetinde yer aldı. akpnin gerçekte ne olduğunu murat belge kavrayamayacak da, çoban ahmet mi kavrayacak. murat belgenin, durum analizi konusunda çoban ahmetten bir farkı yoksa, niye okuyor ki? gitsin çobanlık yapsın. düşüncesi ile bir değer üretemiyorsa, fiziksel emeği ile birşeyler üretsin.
      – bu ülkede iyi birşey olacaksa, sol ve demokrat kökenli kesim tarafından olacak. Çünkü toplumun en ileri, en okumuş, birşeyler yapmaya en uygun kesimi onlar. Onların durumu ise, tam tersine, zulüm ve baskı mekanizmasının hergün yeniden üretimine katkıdan öteye gidemiyor.
      geçtiğimiz günlerde bir yazar, bir japon yazarın ülkelerin gelişmesi ile ilgili bir kitabından bahsetmişti. japon yazarın, ülkelerin alt tabakasının aynı olduğunu, farkın eğitimli, yetişmiş kesim farkı olduğunu yazıyormuş. Yani gelişmiş ülkelerin eğitimli kesimi ile gelişmemiş ülkelerin eğitimli kesiminin farkından bahsediyormuş.
      – Bence japon yazar eğitimli kesim farkı konusunda benimle aynı noktada olsa da, eğitimsiz kesimin aynı olduğu konusunda yanılıyor. İzmirin ilkokul mezunu ile ankaranın ilkokul mezunu arasında dağlar kadar fark var. ya da türkiyede orta düzey birisi ile almanyadaki orta düzey kültüre sahip birisi arasında da büyük farklar var.
      – Not: örneklerim hep sol tandanslı oldu ancak kendisini demokrat diyen islamcı kesimdeki insanların durumu da ahmet altanlardan farklı değil ki zaten bu sitedeki sansür, hala eğitimli kesimin bu ülkeye birşeyler vermekten fersah fersah uzak olduğunu gösteriyor.

      • Burda saydığın aydın taslaklarının hepsini toplasan bir fkoru etmezler hamza bey…

        • islamcı kesimde küçük tanrılar yaratma sevdası hiç bitmiyor h.gayret. tek Allah kesmiyor islamcıları. onun için, birilerini kusursuz görmen normal.
          – ben hiç senin gibi düşünmüyorum. özellikle de ülkeye katkı anlamında. sayın koru da dahil, insanlar sadece mesleklerini yapsalardı bile, ülkeye bir hizmetleri olurdu. fakat gazeteciler, ülkeyi siyasiler ile birlikte yönetmeye çalıştılar ve daha kötüsü de hala çalışıyorlar.

          • Doğrudur hamza bey, yalnız adını saydığınız kopillerin hepsini toplasan bir bütün etmez; sayın koru nevişahsına münhasır bir entellektüeldir o kadar…

  17. “AK Parti iktidarı son zamanlarda farklı bir şey yapıyor: Maç devam ederken kuralları değiştirerek oyunu kazanmaya çalışıyor. Kendisi ofsayta düştüğünde bu sayılmıyor, karşı takım ise avantajlı olduğu her pozisyonda ofsayt kuralını çiğnemiş sayılıp top elinden alınıyor. Biraz sonra korner kazanıyor karşı takım, hemen korner kuralı değiştiriliyor, penaltı atışı kimin yapacağına göre yeniden yorumlanıyor. Bilahare yeri geldikçe diğer kurallar da o anki duruma göre yeni anlamlara bürünüyorlar.” ibrahim kiras

  18. Gündemimi yine farklı.Yandaş gazete akit gazetesinin yandaş yazarlarından Yavuz Bahadıroğu,Molla Kâbız konulu bir yazı yamış.Araştırdım,Molla Kâbız hakkında yazdıkalrının doğru olmadıüğını gördüm.Yazarın yazısının altına, aşağıdaki alıntımı gönderdim Ancak yayınlanmayacağından emin olduğum için bu sitede duyuruyorum.Özür diliyor saygılarımı sunuyorum. MOLLA KĀBIZ:
    Hayatı hakkında yeterli bilgi yoktur. Kaynaklarda “Kābız-ı Acem, Kābız-ı Acemî, Kābız-ı Mülhid, Kābız-ı Fâsid” gibi lakaplarla da anılır. Solakzâde onun öğrenim görmek üzere Doğu bölgesinden (Târih, s. 468), Atâî de Acem coğrafyasından (Zeyl-i Şekāik, s. 88) geldiğini belirtir. Buna göre Kābız’ın İran menşeli olduğu anlaşılmakta, ancak Anadolu’ya ne zaman geldiği bilinmemektedir.
    Osmanlı vekāyi‘nâmelerinde Kābız’la ilgili bütün bilgiler, onun iddiaları sebebiyle Dîvân-ı Hümâyun’da yargılanması ve idam edilmesinden ibarettir. Celâlzâde, dönemin birinci kaynağı niteliğindeki eserinde olayı kısmen geniş şekilde anlatmış, başta Künhü’l-ahbâr olmak üzere diğer kaynaklar bu bilgileri küçük bazı değişikliklerle tekrarlamıştır. Buna göre “zındıklık ve ilhâd yoluna girip inancına fesat karışmış olan” Kābız, Hz. Îsâ’nın Hz. Muhammed’den daha üstün olduğu yolunda iddialar ortaya atmış, bu iddiaları çeşitli yerlerde yaymaya başlamıştır. Onun, görüşlerini uluorta halk arasında dile getirmesi ve bazı kimselerin zihinlerini karıştırması âlimleri harekete geçirmiş ve Kābız 8 Safer 934 (3 Kasım 1527) tarihinde Dîvân-ı Hümâyun’a sevkedilmiştir.
    Kābız kazaskerlere âyet ve hadisler çerçevesinde iddiasını tekrarlamış, fakat kazaskerler bu iddiaları tatminkâr bir şekilde cevaplandıramamış, aksine öfkelenerek onu tehdit etmişlerdir.
    Bu sırada durumu kafes arkasından takip eden Kanûnî Sultan Süleyman, İbrâhim Paşa’yı çağırarak Kābız’ın bâtıl fikirlerinin cevaplandırılmayıp hakkından gelinememiş olmasından duyduğu rahatsızlığı ifade etmiş ve hemen yeni bir mahkeme oluşturulmasını istemiştir.
    Şeyhülislâm, Kābız’ın zındıklık suçu işlediğini belirten fetvasını vermiş, Kadı Sâdeddin de onu iddiasından vazgeçip Ehl-i sünnet inancına dönmeye davet etmiştir. Ancak Kābız buna yanaşmayınca kadı idamına hükmetmiş ve boynu vurulmuştur (9 Safer 934 / 4 Kasım 1527).
    Kābız’dan zamanımıza intikal eden bir belgenin olmayışı, ayrıca mahkeme zabıtlarının bulunmayışı onun başka hangi görüşlere sahip olduğu, idamına yol açan iddiasını hangi delillerle ortaya koyduğu, dolayısıyla ilmî seviyesinin ne olduğu gibi hususları karanlıkta bırakmaktadır.
    Dolayısıyla sağlam kaynaklara dayanmaksızın onun hıristiyan teolojisini, hatta bütün Doğu dinlerini çok iyi bildiği veya Hurûfî telakkiye sahip olduğu yolundaki bazı değerlendirmeler (meselâ bk. D’Ohsson, I, 153; Salis, s. 88-89) doğru görünmemektedir. Kaynaklarda yer alan, Molla Kābız’ın meyhânelere gittiği, türlü fısk ve fücur işlediği şeklindeki tasvirler (Celâlzâde, vr. 172b; Âlî Mustafa Efendi, vr. 238a) eğer kötüleme amaçlı değilse Kābız, ahlâkî zaaflara sahip sıradan bir medrese âlimi olup farklı düşünebilen ve canı pahasına da olsa fikrinden dönmeyen ilginç bir kişilik olarak ortaya çıkmaktadır. Kaynak:İslam Ansiklopedisi/Molla Kâbız.Müellif: İLYAS ÜZÜM .

  19. Son haftalarda uzun kısa çok metin girdim buraya. Ne zamandı, ne vesileyleydi, hatırlamıyorum. Kendimce, üzerine hayli kafa yorduğum “aydın” sözcüğünden ne anlamak gerektiğini becerim ölçüsünde dile getirmeye çalışırken, bilgili ve bu gibi açılardan donanımlı olmanın “aydın” olmaya giden yolda kendi başına yetmediğini, dönüştürücü entelektüel zihinle doğrucu-Davutluğu devre dışı bırakmış bilgili insanın aydın sözcüğünü hak etmediğini söylemeye çalıştım.

    Bilgili, bilgiyi zihninde sistematik yollardan işleyen ve ortaya “Yaptığım düşünsel ve zihinsel işlemin ürünü budur. Ürünümü okuyabilir ya da dinleyebilrsiniz.” demeğe getiren okumuş yazmışlarımız var.

    Sorunumuz, “aydın” konusunda yaşadığımız dehşet verici yoksulluğumuz.

    56 yaşında bir insanım. Yaşantımın son 10-12 yılında, duraksamadan “aydın” olduğunu düşünerek okuduğum, ufkumu genilşlettiğim iki düşünce insanı, iki gazeteci-yazar oldu. Üçüncüyü, dördüncüyü ekleyebilmek için, durup düşünmem lazım.

    Sayın Koru ve Etyen Mahçupyan, sadece iki değerli entelektüel değil. Fazlası, çok daha fazlası. İki değerli aydın.

    Türkler de Kürtler de beni yordu, umudumu kırdı.

    Çok alışık olduğum, içten içe özlediğim, tarumar edilmişliğine hüzünlendiğim enerjimi, ısrarcılığımı hoyratça budadı.

    Güzelim AK Partimiz Erdoğan’ın eline düştüğünden bu yana, hayatımda kendini yaşlı ve yorgun hissetmek denilen deneyimle de tanıştım. Bir ilkokul öğretmeni olarak Asya köylerine kapandım.

    Sayın Koru’nun kimi yazılarını okuduğumda, kedilerimi kendilerine güvenebileceğim insanların yüreğine ve vicdanına teslim ettikten sonra, gidip bir ağacın dalından uzun bir kurumuş dal kesmek, o ince uzun sırığın ucuna azığımı torba yapıp asmak, çıplak ayaklı bir meczup gibi, nehirleri dağları aşmak, ağaç kavuklarında gecelemek, meyve vermiş ağaçlara rastlamışlığı Allah’ın bir lutfu ve yüreklendirmesi sayıp, tek kişilik ordumun başında Anadolu’ya doğru yürümek istermiş oluyorum.

    Camiden çıkıp evine doğru yürüyen amcalara sokulmak, ceplerine F. Koru’nun elle çoğaltılmış risalelerini sokmak, laiklerin şehirlerin kurtarılmış bölgelerinden ellerinde kala kala kurtarılmış cafeler kaldığı cafelerinde E. Mahçupyan olup konuşmak, kan revan içinde kalıncaya kadar dayak yemek istermiş gibi oluyorum. . .

    Gökten üç elma düşmüş.

    Birilerinin payına devlet iktidarının başında asker ve işveren olarak semirmek,

    çoklarının payına sazanlaşıp sazan gitmek,

    birilerinin payına da aynı filmi bilmem kaçıncı kez izlemekle yazgılı kılınmanın işkencesi, uzaklardaki zindanların kalabalık koğuşlarındaki mahpusların görüş günlerindeki vedalaşmalarının hüznü, ömrünün kaç saat süreceğini kestiremediğim, kalmasını isterken kalmayıp gideceğini bildiğim geçici umutlanma, kıpırdanma halleri düşmüş.

    Öfke, insani bir duygu.

    Ben de insanım. Ve, duygularım var herkes gibi.

    Türklük, devletin bakası diye diye bir asır boyunca sürdüregeldiğiniz sabuklamaları sürdürün. Hem ağız dalaşlarınızın, hem de ‘ulsal çıkar’da buluşup “Yorumlarınıza büyük ölçüde katılıyorum”da helalleşip sarılıp kucaklaşmalarınızın sonu gelmesin hiç.

    Benden de umutlarını tüketmiş, yaşlandığının farkına vararak yaşamaya başlamış bir adam peydahladınız ya hep birlikte, Allah da sizi bildiğiniz gibi yapsın” diyerek bedduada bulunmak yanlış ama insani bir ihtiyaç.

    Sayın Koru’nun “Yazık, yazık, yazık. . .” ı da kesmiyor şimdi beni. Belki yatışıp mütevaziliğe kapı aralayabileceğim üç beş saat sonra.

    Ama, şimdi, üç yıldır anadilinde iki laf edememiş, büyük şehirlerin altını üstünü getirdiği halde demlik, çaydanlık ve türk çayı bulamamış, yorgun ve umutsuz bir yaşlı olarak toprağa gömüleceğinin farkında olan homur homur bir mezcup olarak Asya diyarlarından sesleniyorum:

    Alayınıza yazıklar olsun.

    • Sayın Bernar
      Sayın Koru’nun yazılarını takiben sizin yorumlarınızı da sürekli okuyorum.
      İnşallah bu bir veda yazısı değildir.

    • Sayın yorum sayfasından komşum Bernar bey, keşke sizdeki kafanın yarısı bizde de olsaydıda, (biraz sağlık, birazda ömür) Anadolunun ücra köşelerine at sırtında o köyden o köye bu şehirden o kente bilgi, kültür saçsak, dağıtsaydık (tıpkı yaşlı bir köy enstitülünün bana anılarının bir bölümünü anlatmasından etkilendiğim gibi) bizde o hazzı tadabilseydik.
      Ama fakat nafile sadece oturmuşuz bir aptal kutunun karşısına, elimizde kadeh..
      ne bir milleti kurtarmaya, ne de birilerinin taşeronluğunu yapanları savunmaya gücümüz yeter.
      bizim işimiz de değil zaten.
      ne kişiler üç gün daha fazla yaşasalar dünya kurtulur, ne kurumlar saraylarda hizmet verseler insanlığa daha faydalı olur.
      bu ülkeyi ben kafa yorup idare edebilsem, bir satır yorumla herşeyi düzelte bilsem,
      adam başı yirmidörtbin artı ssk artı ailecek sağlık hizmeti arti araba artı lojman artı yarıfiyata yemek, artı iki yılda emeklilik, artı hava ile temsilci seçeyim?
      bu ülke insanı ne ayrılıkçılar, ne fadailer, ne kuklalar, ne satılmışlar, ne muktedirler gördü.
      kimisi kendi doğduğu topraklara gelip, bir havasını bile teneffüs edemiyor.
      keşke tüm yurttaşlarımızla beraber her bayramda, her coşkuda, her neşede bir arada olabilsek, bu güzel yurdumda.
      bunu da biz bu kutunun içinden yapabiliyorsak tarif et de yapalım öyleyse.

      • Hem kendinize, hem bana, hem vatana bir iyilik (daha) yapın derim, haddime olup olmadığından kuşkulansam da: HDP’li bir Kürdü, ya da tutkulu bir Siyasal İslamcı genci bir akşam sofrasına davet edin. Harbi harbi, çatır çatır bir yarenlik için. Gözünüzü dikin gözlerine, kafadan ve kestirmeden sorun: “Bölecek misin bu ülkeyi? Ayaklanacak mısın?” “Asacak mısın beni aleme ibret olsun, Allah yaptığına sevinip cennetin kapılarını açsın diye?”

        Sonra, yine gözlerinizi kırpmadan ve kuşkuyla gözleyin. Sadece söyledikleriyle yetnimeyin, gözü titriyor mu, eliyle tedirgin tedirgin tabağı çatalı tıklatıp ayaklarını kıpırtdatıyor, sizi sazan yerine koymaya çalışıyor mu? Yani ve kısacası, söz söylerken başı kıçı oynuyor mu?

        Sezersiniz, sahici mi, uyanık bir tüccar kafasında mı. Hepimiz sezeriz. Hepimiz, kaçın kurrasıyız.

        “Bu adamın başı kıçı oynamıyor, sahici ve de samimi. . .”

        Bunu söylüyorsa iç sesiniz güçlü biçimde, biliniz ki 1923’den beri birileri hepimizi çok fena halde aldatıyor.

        Vatan, beka, ulu önder, Baba, Gandi, Başbuğ, Reis diye diye vatanı herkesin herkese kuşkuyla baktığı bir cehenneme çevirdiler bir asırdır.

        Hep alengirli lojmanlar diktiler kendileri için. Kızlarını oğullarını kendi küçük saraylarında evlendirdiler beleşten. Yazlık kamplarını denizin dibine kurup akşamları kadeh tokuşturup Zülfü Livaneli dinlediler. Emekli oldular, İstanbul sermeyesi çakallarının yönetim kurulu koltuklarına kuruldular, bir de oradan tokatladılar milleti.

        Başörtülü ananızı bacınızı nizamiyeden içeri sokabilmek, ancak bir asır sonra mümkün oldu. Zindanla tanıştırmadıkları vatan evladı bırakmadılar.

        Ellerindeki kart hep, ama hep, ama hep milliyetçilik, devlet, ve dahi ‘ulusal çıkar’ idi.

        İndirelim artık bunları sırtımızdan. Asker askerliğini, aydın aydınlığını, mühendis mühendisliğini yapsın.

        Akşam herkes mahalle kahvesinde buluşup pişpirik oynasın.

        Üniforma aldatmasın.

        Siz gibi, ben gibi, eldeki deste kağıdı masaya koyup “Açıp bakan namerttir!” deyip onlar da kahve helasına hacet gidermeye gidiyorlar -velev ki lojmanalarından çıkaralım, mahalle kahvesine “komutan” diye değil, Hayri, Muhittin, Ahmet Mehmet olarak sokalım.

        Sizin gibi, benim gibi.

Yoruma kapalı.