Önce müsaadenizle ölçümüzü kayda geçirelim…
“Müsaadenizle” dememin sebebi, ele alacağım konunun, doğrudan Cumhurbaşkanı düzeyinde bir muhatabı bulunmasından… Bir ihtimal bu yazımı okuyacak olursa diye, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a nezaketimi daha en baştan ifade etmek istedim.
Cumhurbaşkanı dün el-Cezire televizyonu ekranlarından şunları söyledi:
“Türkiye, yasakların olduğu bir ülke olmamıştır. Türkiye son yıllarda, son 14 yılı bir kenara koyuyorum, hiçbir dönemde, bu kadar özgür, bu kadar huzurlu, bu kadar rahat bir dönemi yaşamamıştır.”
İçimden bu sözlere “Âmin” diyesim geliyor…
Ben yine de yılların birikimiyle elde ettiğim kendi ölçümü sizlerle paylaşayım…
Ölçüm şudur: Bir ülkenin ‘demokrat’, insanlarının ‘özgür’ olduğunun göstergesi, o ülkeye fikirleriyle katkıda bulunan kişilerin kendilerini ‘demokrat bir ülkede yaşıyor ve özgür’ hissetmesidir.
Tek bir fikir erbabının özgürlüğü kısıtlanmışsa… Sözgelimi, okuduğu kitaplar, yazdığı yazılar ve konuştuğu konular yüzünden cezaevine düşen tek bir gazeteci veya yazar varsa… O ülkede özgürlükler –en azından– sınırlı demektir…
Özgürlüklerin sınırlı kullanılabildiği bir ülkede ‘demokrasi’nin varlığından yine söz edilebilir belki, ancak birileri “Yok” dediğinde karşı argüman getirmek gerçekten zordur.
Türkiye bu konuda ne durumda?
Ölçüye vurulduğunda İslâm Dünyası
Ertuğrul Özkök’ün bugünkü yazısında şöyle bir dokundurma var:
“SAYIN SAVCILAR EVİMDEKİ GÜLEN VE EKREM DUMANLI KİTAPLARINI NE YAPMALIYIM / Sorum şu: / Evimde Fetullah Gülen’in çeşitli kitapları ve Ekrem Dumanlı’nın sinema üzerine yazdığı bir kitap var. Dün, Hürriyet’teki köşemin hemen yanındaki bir haberden öğrendim ki, savcılar FETÖ iddiasıyla gözaltına aldıkları bir kişiye ‘İkametinizde bulunan Fetullah Gülen ve Ekrem Dumanlı’ya ait kitaplar hakkında ifadenizi verin’ demiş. / Rejimin niteliklerini iyi öğrenmiş, devletine sadık, öğretilmiş bir çaresiz olarak ne yapmalıyım? / Bu kitapları bir ‘Otodafe ayini’ ile ben mi yakayım mı, yoksa getirip devlete mi teslim edeyim…”
‘Otodafe âyini’ dediği, Kilise zulmünün en zirvede olduğu dönemde, Engizisyon’un peşine düştüğü kişilerin ellerindeki ‘sakıncalı’ görülen yazılı malzemelerin, ibret-i âlem için, insanların gözü önünde yakılması olayıdır.
Evde muhafaza edilen, kitaplıkta bulunan, okunan kitapların ‘sakıncalı’ görüldüğü için insanların peşine düşüldüğü dönemler dünyanın dört bir tarafında oldu. Oysa, Engizisyon ateşinde yakılmış eserler varlıklarını sürdürebilseydi, Batı, daha erken ve daha kolayca Ortaçağ karanlığından çıkabilirdi.
Aynı zaman diliminde en parlak dönemini yaşayan İslâm Dünyası’ndaki kütüphanelerde, Batı’nın ‘sakıncalı’ saydığı kitaplardan hiç değilse bazısı bulunduğu için, eski Yunan ve Roma menşeli o kitaplar sonradan Arapça’ya ve oradan da Batı dillerine aktarılabildi.
Rönesans ve Reform hareketleri o sayede yaşanabildi Batı’da… İslâm Dünyası sayesinde…
İslâm Dünyası’nın belirgin özelliği fikir özgürlüğüydü. Başta “Onlar her sözü dinler, en güzeline uyarlar” (Zümer: 18) âyetinin ve daha nice âyetlerin yol göstericiliğinde, en aşırı fikirlerin bile herhangi bir kısıtlamayla karşılaşılmaksızın ifade edilebildiği bir coğrafyaydı İslâm Dünyası…
Sonradan sayıları 4 ile sınırlı hale gelse de, başlangıçta yüzlerce fikir akımının (mezhep) serpilip gelişebildiği bir dünya…
Nazi döneminde Almanya ve bizde darbeler sonrası
Berlin’e gidenlerimiz, Opera meydanında, camlı bir bölmeyle karşılaşıp şaşırmışlardır. 10 Mayıs 1933 günü, meydanın o bölümünde, binlerce kitap, bir ‘otodafe âyini’ gibi Naziler tarafından yakılmıştı; Nazi-sonrası Almanya, o günleri yeni nesillere hatırlatsın diye, caddenin o bölümünü camlı bir koruma altına almıştır.
Almanlar’ın göz bebeği yazarları Thomas Mann, Heinrich Mann, Erich Maria Remarque da vardı kitapları yakılanlar arasında; Emile Zola, Jack London, H. G. Wells ve Upton Sinclair gibi yabancı yazarlar da nasibini almıştı Göbbels’in bizzat nezaret ettiği kitap yakma âyininden…
Bizde ‘otodafe âyini’ türü toplu yakma töreni hiç yapıldı mı, bilmiyor ve hatırlamıyorum. Bizde daha çok ‘sakıncalı kitap’ damgası yemiş kitaplar, onları elinde veya evinde bulunduranlar tarafından yok edilmiştir…
Yeni nesiller bilmezler; bizim gençliğimizde ‘Bakanlar Kurulu’nun bir görevi de bizleri ‘sakıncalı’ fikirlerden korumaktı ve bu yüzden sıkça ‘yasak yayınlar listesi’ yayınlardı Bakanlar Kurulu…
Evinde o kitapları bulunduranların başına işler gelmesi kaçınılmazdı.
Çok kitap, hayatını, ‘yasak yayınlar listesi’ne sokulduğu için vaktinden önce tamamlamıştır.
Özellikle de darbelerden sonra…
Gömülerek…
Televizyonlarda teşhir edilirdi ‘yasak yayınlar’ ne zaman bir örgüt ortaya çıkartılırsa…
Başını öne eğmiş birkaç örgüt mensubu ve önlerinde bir masa üzerinde teşhir edilen ‘yasak kitaplar’…
Nazım Hikmet’in şiir kitapları da, Risale-i Nurlar da ‘yasaklı yayınlar’ arasındaydı.
12 Mart (1971) ve 12 Eylül (1980) darbeleri sonrasında kitaplı nesiller “Sonra çıkartır, yeniden kütüphaneme koyarım” umuduyla yasaklanmış kitaplarını toprağa gömmüşlerdir…
Gitti, gider…
Nereden bildiğimi sormayın. Biliyorum işte.
Hürriyet yazarının “Bu kitapları ne yapayım?” sorusu içimi acıttı.
O dönemler ‘başarılı olmuş’ askeri darbeler sonrasında yaşanmıştır bu ülkede ve geride kalmıştır…
Nokta.
Cezaevlerinde fikir adamı var mı?
Yazarlar, yazarlarımız…
Gazeteciler…
Burada bir sorun olduğu kesin.
Tek bir gazetecinin, kitap sahibi tek bir yazarın hapiste bulunması, en yukarıda çerçevesini çizdiğim ‘özgür’ tanımı ile özgürlüklerin yaşandığı ‘demokratik bir ülke’ olma iftiharına gölge düşürür.
15 Temmuz uğursuz darbe girişimi sonrasında, vaktiyle çalıştıkları ve yazdıkları gazetelerin ‘darbeci’ grupla fikir akrabalığı kurulması üzerine haklarında yasal işlem başlatılmış gazeteci ve yazarlar cezaevlerine tıkıldı.
Başka bazı yazarlar da, yine fikir akrabalığı yoluyla değişik terör örgütleriyle irtibat kurularak cezaevlerine gönderildi.
Aralarında yaşlı-başlı insanlar var.
Sonradan muhalif duruma gelseler bile esas fikir akrabalığı AK Parti felsefesiyle kurulabilecekler bile bulunuyor aralarında.
Muhalifini içinde barındırmayan hiçbir fikir akımı, siyasi düşünce gelişip serpilemez oysa…
Cezaevleri birer eğitim kurumu değildir; yazarı, fikir sahibini içine atınca değişmesini bekleyesin…
Yargı mensupları, “Ben kendi mesleğimden olanları, savcı ve yargıçları içeriye atmakta tereddüt göstermiyorum, neden yazara ve gazeteciye farklı davranayım?” diye düşünüyor olabilir…
Fakat siyasilerin öyle düşünmemesi gerekir.
“Burası özgür ve demokratik bir ülke” iddiasının sahibi onlar çünkü…
Ölçü, yazar-gazeteci söz konusu olduğunda bozuldu mu, bütün dengeler sarsılır çünkü…
ΩΩΩΩ