Batılı, Ortadoğu haritasına baktığında, gözü İsrail’den başka ülke görmüyor ise…
İsrail’in güvenliği için gereken de, askeri gücü bulunan etrafındaki ülkelerin, Irak ve Libya’da yaşandığı ve Suriye’nin de şimdilerde sıraya girdiği gibi, bu güçlerini kaybetmesi idiyse…
O halde, 15 Temmuz darbe girişimi ve sonrasında meydana gelenler ile Türk ordusunun büyük çapta yara almasını aynı çerçeve içerisinde mi görmeliyiz?
Yoksa önce ordusu sonra Türkiye’nin kendisi mi zayıflatılmak isteniyor?
Son 2 yazımdan böyle etkilenmiş, görüşlerine değer verdiğim bir dostum.
Cevabımı da kaydedeyim: “Dikkatli olur, süreci sıfır hata ile yürütebilirsek biz o kısır döngüden uzak durabiliriz…”
TSK’ya darbeler
Bugünden geriye doğru baktığımda, göz bebeğimiz gibi bakmamız ve üzerine titrememiz gereken, ülkemizin en değerli kurumu olması beklenen Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin (TSK), ilk darbeyi, 15 Temmuz’da almadığını görebiliyorum.
Aslında her bakımdan yerinde ve iyi yönetilseydi Türkiye’nin baş ağrılarından kurtulmasıyla sonuçlanabilecek ‘Ergenekon’ ve ‘Balyoz’ davaları, arada kısa devre yaptıran bir el devreye girdiği için, yolundan saptı ve TSK ilk güçlü tırpanı o zaman yedi.
Yüzlerce, binlerce asker ailesinin rahatsızlığı bir tarafa, en yüksek rütbeli komutanların bile basit gerekçelerle cezaevine gönderilmesi bütün milleti rencide etti.
‘21. yüzyılın parlayan yıldızı’ olacağına inanılan Türkiye’yi askeri müdahalelere açık hale getirmenin bir vebali olmalı.
Darbe girişimi, 15 Temmuz gecesi ve sonrasında yaşananlar da, yaranın üzerine tuz bastı.
Hiç değilse bundan böyle, yakın geçmişten de dersler çıkararak, hataları asgariye indirmek ve hep doğru seçenekleri tercih ederek sahil-i selâmete erişmenin yollarını aramak gerekiyor.
‘Parlayan yıldız Türkiye’ neydi?
Türkiye, Batı ile barışık ve onunla eşit düzlemde ilişki kurabilen, İslâm Dünyası’ndaki kitlelerin gıptayla kendisine baktığı, bölgedeki devletlerin “Biz de onun gibi olsak” yarışına girdiği, ekonomisini de güçlendirmiş bir ülke halinde değil miydi bir ara?
2010 öncesi ve etrafında?
Öyleydi.
Yine o hale gelebilir.
Nasıl?
Devleti oluşturan kurumları eski güçlerine kavuşturarak işe başlayabiliriz…
İşe, orduyu ve yargıyı üzerinde oynanamaz, anayasayla yeniden çizilmiş sınırları içerisinde hareket eder hale getirmekle başlayabiliriz.
Bunun yapılabileceğinden umutlu muyum?
Umudu beslemeye yarayan temel şartlar şu anda eksik.
Halkımız açısından hiç beklenmedik bir zamanda gelen uğursuz darbe girişimi ülkeyi var eden bütün dengeleri temelden sarstı. Kimse kendisinden beklendiği gibi davranmıyor, davranamıyor.
Daha da kötüsü, şaşkınlığa uğramış insanlarımız da, kararlardan ve kararların uygulanmasından sorumlu görevliler ve kurumların beklendiği gibi davranmamasını fazla dert etmiyor.
Görevlileri, siyasileri, devlet kurumları içerisinde yer alıp darbe sonrası sürecini yürütenleri ‘sıfır hata’ hattında yürümeye zorlayıcı bir ortam yok bugün…
Alınan yadırgatıcı kararlara, sonunda sıkıntılar doğurabilecek o kararlara dayalı hatalı uygulamalara “Ne yapılsa yeridir” gözüyle bakılıyor.
En aşırı uygulamalar etraftan “Az bile” tepkisi alıyor.
Bir anı
Benim şimdilerde kullandığım aracın plakası ‘34 T-’ ile başlıyor.
Yıllar önce, aile aracımızı değiştirmek için aracılığına başvurduğum oto galericisi, arabanın anahtarını teslim edeceği gün, “Size bir sürprizimiz olacak” demişti.
Sürpriz, Emniyet’ten araca tahsis edilen plakada ismimin başharflerinin bulunmasıydı.
O zamanlar plakanızı kendinizin tercihine bırakmıyorlardı; galeri hayli zor bir işi başararak bana ‘06 FK’ ile başlayan bir plaka almayı başarmıştı.
FK plakalı araçla dolaşırken ne kadar zorlandığımı bir de bana sorun.
Plakanız ‘FG’ ise…
Bu anı aklımda, bugün gazetelere yansıyan haberi gülümseyerek okudum: Emniyet Genel Müdürlüğü, bir zamanlar kendisinin tahsis etmiş olduğu, içinde ‘FG’ harfleri bulunan, plakaları iptal etme kararı almış…
Herhalde ‘FETÖ’yle mücadele’ ile mükellef bir kurumda görevli birinin aklına böyle bir şey gelmiş, diğerleri de bunu yerinde görmüş olmalılar.
Nedense bu bana olağanüstü absürd bir uygulama olarak göründü.
Bir tanıdığım da, “Eyvah, babamın aracının plakası FG” çığlığını taşıyan bir mesaj atıverdi.
O kişinin, bir de, FETÖ ile mücadele kampanyası sırasında hiç günahı olmadığı halde uygulamanın dişlilerine takılanlardan biri olduğunu düşünün…
FETÖ üyesi olduğunun bir kanıtı, vaktiyle Asya Finans adını taşıyorken, herkes gibi parasını günaha düşmeden koruyacağı düşüncesiyle orayı tercih etmiş birinin, şimdi de ‘FG’ plakalı bir araca bindiğinin öğrenilmesi…
Ömrü billâh kendini ‘FETÖcü’ olmaktan kurtaramayabilir.
Yazık ediyoruz.
Evrensel hukuk kuralları
Ergenekon ve Balyoz yargı süreci de, ortalama zekâlılara parlak gibi görünen bazı hatalı uygulamalar yüzünden hedefinden şaşmamış ve insanlar “Bu kadarı da olmaz” noktasına o zaman gelmemiş miydi?
Hiç kuşkunuz olmasın; aynen öyle olmuştu.
Aynı gün yeni bir haber daha ulaştı ajanslara: ‘FETÖ’ örgütü hiyerarşisinde en tepelerde yer aldığına inanılan, itirafçılar sayesinde zaman zaman dayak yeme şerefine nâil olduğunu da öğrendiğimiz birinin Türkiye’de yaşayan yakınları gözaltına alınmışlar…
Neden olabilir? Herhalde o kişiyi Türkiye’ye dönüp yetkililere taslim olmaya zorlamak içindir…
Aklıma başka bir gerekçe gelmiyor çünkü.
Medeni dünya yargının eseridir.
Hani, Adliye Sarayı girişinde, gözü şalla örtülü, elinde terazi tutan bir melek heykeli vardır ya, işte aynen öyle davranan yargının…
Yargıdan beklenen her şeyden önce evrensel hukuk kurallarına riayet etmesidir.
‘Suçun şahsiliği’ öyle evrensel temel kurallardan biridir.
Babası yüzünden evlâtlarının, oğul yüzünden anne-babasının suçlandığı, birinin peşine düşüldüğünde yakınlarının tâciz edildiği dönemler, dünyada, o kural sayesinde geride kalmıştır.
Uymayana, intikamcı hislerle davranana ters bakılır medeni dünyada…
Zaten bu yüzden olmalı, 15 Temmuz sonrasında yurtdışında en etkili paralel propaganda, “Bulamadıkları kişi yüzünden eşi gözaltına alındı, çocuğu veya babası tutuklandı” türü haberlerle yapılıyor.
Ergenekon sürecinde en etkili ters propanganda aracı, ‘gazeteci’ kimliğiyle tanınmış kişilerin de o arada tutuklanmasıydı.
Şimdi de bu.
En başta, bir dostumun, “Yoksa Libya ve Irak’tan sonra TSK’nın güçsüzleştirilmesi sürecine mi girildi?” sorusuna verdiğim cevabı bir de burada tekrarlayayım: “Dikkatli olur, süreci sıfır hata ile yürütebilirsek biz o kısır döngüden uzak durabiliriz…”
ΩΩΩΩ
NOT: Bu yazımda vardığım sonuca beni getiren önceki iki yazımdır.
Onlara da bir göz atın isterseniz:
İlk yazım (21.08.2016): Suriye’de savaşanlar var, bir de savaşa körükle yaklaşanlar. Kazanan? İsrail elbette.
Sonraki yazım (22.08.2016): Reel gerçekler ile ilkeler arasında kalınca başımıza gelmeyen kalmadı