Türkiye’nin son çeyrek yüzyılda ne kadar değiştiğini, nereden nereye geldiğini anlamak için Pazar günü yapılan yerel seçim sonrasında yaşananlara bakmak bile yeterli.
Fakat ben müsaadenizle biraz uzaktaki bir seçime odaklanarak bunu dikkatlerinize sunmak istiyorum.
Amerika: Nereden nereye?
Önceki gün (Salı) ABD/Şikago’da da belediye başkanlığı seçimi yapıldı. Kentin tarihinde bir ilk gerçekleşti ve üç çarpıcı özelliği üzerinde taşıyan biri halktan oy alarak başkan seçilmeyi başardı.
Bir kadın, siyahi bir kadın, siyahi ve açıkça gey bir kadın…
Lori Lightfoot bu özellikleriyle seçildiği kentte ‘tarih yazmış’ oldu.
O değil de rakibi seçilmiş olsaydı, o da siyahi bir kadındı.
Şikago’yu iki dönemdir yöneten belediye başkanının da kentin tarihinde bir ilk sayılması gereken bir özelliği vardı: Bir önceki başkan Barack Obama‘nın özel kalem müdürlüğünü yaparken belediye başkanlığı yarışına katılıp seçilmeyi başarmış Lahm Emmanuel de kent tarihinin ilk Musevi başkanıydı.
İki siyahi kadının Şikago gibi beyazı ağır basan kentine belediye başkanı seçilmek için girdikleri yarışla ilgili haber ve değerlendirmeleri okuyorum ve her ikisinin de benzer vaatlerde bulunduklarını görüyorum. Seçilmeyi kolaylaştıran, Lori Lightfoot‘un, ‘politika-dışı’ bir figür olarak, kenti kirleten politik ilişkiler ağını yok etme vaadini yerine getirme konusunda halka rakibinden daha fazla güven vermesi olmuş…
Kaybeden rakibi kent yönetiminde uzun yıllar görevli deneyimli biriymiş; seçilen Lightfoot ise bir federal savcı…
Şikagolular kentlerini düşünerek oy kullanmış olmalı.
Biz benzer bir değişimi 25 yıl önce İstanbul ve Ankara’da yaşamıştık. Her iki kentin belediye başkanlıklarını Refah Partisi adayı olarak seçime katılmış Tayyip Erdoğan ile Melih Gökçek kazandıklarında…
Tayyip Erdoğan‘ın o sıralar ve sonrasında sıkça kendisinin de içinde bulunduğu kesimi ‘ülkenin zencileri’ olarak tanımladığı herhalde unutulmamıştır.
İstanbul ve Ankara halkı, Salı günü bir siyahi kadını belediye başkanı seçen Şikago halkından tam 25 yıl önce, o tarihe kadar olabileceği düşünülmeyeni yapmakta fazla tereddüt göstermemişti.
Daha da önemlisi, İstanbul ve Ankara’da yaşayanlar, 25 yıl boyunca, hep aynı çizgideki adaylara oy vererek kentlerini onlara teslim edebilmişti.
Konunun nereden nereye geldiğimiz yönü ise, bu son seçimde yaşananlar…
RP’den AK Parti’ye uzanan çizginin temsilcileri, 25 yıl önce, ‘beklenmeyen konuk’ gibi seçim yarışına girmişti; bugün ise koltuklarına sımsıkı sarılan ev sahibi konumundalar.
Yazının burasında şu ‘beklenmeyen konuk’ nitelemesini biraz açayım.
Hollywood sinemasının ülkedeki siyahların müthiş aleyhine yerleşik hal almış siyah-beyaz ayrımına ilişkin en çarpıcı örneği, 1967 tarihli Stanley Kramer imzalı ‘Guess Who is Coming to Dinner’ (Tahmin et bakalım, yemeğe kim geliyor) filmiydi.
Deri renkleri farklı insanların evliliklerinin yasak olduğu bir dönemde, babası gazete patronu (filmde bu rolü Spencer Tracy üstlenmişti) olan genç bir kız, tatilde tanıştığı ve evlenmek istediği bir genci evlerine konuk getirir. Kızlarının aşk heyecanından etkilenen anne-baba eve gelen damat adayını görünce şaşkınlaşır: Üniversite profesörü bir tabip olan damat adayı siyahidir (bu rolü de büyük başarıyla Sidney Poitier canlandırıyor)…
Evdeki siyahi hizmetçiler bile genç kızın seçimine “Olmaz, olamaz” tepkisini verir ve karşı çıkarlar…
ABD o zamanlar ırkçılığın normal karşılandığı bir ülkeydi; bugün siyahi bir kadın ülkenin en müreffeh kentlerinden Şikago’ya belediye başkanı seçilebiliyor… Amerikalılar bir siyahiyi (Obama) başkan da seçebildiler…
Türkiye: Nereden nereye?
Tayyip Erdoğan ile Melih Gökçek‘in İstanbul ve Ankara’ya belediye başkanı seçilmeleri genç kızın evleneceğini söyleyerek eve getirdiği ‘beklenmeyen konuk’ olayına benziyor muydu?
O günleri yaşamış ve hatırlayacak durumda olanların da beni doğrulayacakları gibi, evet benziyordu…
Büyük bir şaşkınlık yaşanmış, kabul edilmek istenmemiş, hile yapıldığı iddiaları eşliğinde çöplüklerde sahte oy pusulaları aranmış, seçildikleri halde mazbatalarının verilmesi geciktirilmişti.
Gürültülü bir dönemden sonra ayaklar suya erdi ve Erdoğan ile Gökçek nihayet göreve başlayabildi.
Hazımsızlık, daha sonra Tayyip Erdoğan‘ın Siirt’te bir miting sırasında okuduğu bir şiir yüzünden hapse girmesine ve siyasi yasaklı hale getirilmesine kadar varacaktı.
Tayyip Erdoğan sonradan başbakan da oldu, cumhurbaşkanı da…
Daha önceleri devlet ve kent yönetimlerini kendilerinin hakkı olarak gören, onlar öyle görmeseler bile öyle olduğu kabul edilen kesimin aday gösterdiği iki isme, Ekrem İmamoğlu ile Mansur Yavaş‘a, ilk oy sayımı sonrasında ipi önde göğüsledikleri de ilan edildiği halde, ‘beklenmeyen konuk’ muamelesi yapılıyor şimdi…
Nereden nereye gerçekten…
ΩΩΩΩ
NOT: ABD’de son seçimi takiben ilginç gelişmeler yaşanıyor.
Üç senatör her Amerikalıya devletin zorunlu olarak iş bulmasını teklif ettiler. Yeni seçilen bir Temsilciler Meclisi üyesi sağlık sigortasının herkesi kapsamasını ve ücretsiz olmasını, üniversitelerin parasız olmasını ve daha da önemlisi vergi diliminin yüzde 70’e çıkarılmasını savunuyor. Bir kamuoyu yoklaması (Gallup), Demokrat Parti taraftarlarının kapitalizmden (yüzde 47) daha fazla (yüzde 57) sosyalizme ‘olumlu’ baktıklarını ortaya çıkardı.
İlginç değil mi?
Bizde de bir Türkiye Komünist Partisi (TKP) üyesi, bir ilde (Tunceli’de), belediye başkanı seçilmeyi başardı.
Bu da ilginç bir gelişme.
ΩΩΩΩ