Ellerimizi dua için kaldırdığımızda barış için dua etmeliyiz

6
Reklam

Özel televizyonların yaygınlık kazanmaya başladığı ilk dönemlerdeydi diye hatırlıyorum; farklı düşünen birkaç ismin karşısında yer almam gereken bir tartışma programına çıkmıştım. Yaşa bağlı çeşitli hastalıklarla şimdilerde cezaevinde başa çıkmaya çalışan Ali Bulaç’la beraberdik o programda.

Birkaç gün sonra karşı cepheden biri gazetedeki sütununda şunu yazacaktı: “Bunlarla bizimkiler TV’de karşı karşıya gelince zihinler karışıyor, bizimkiler yeniliyor; en iyisi bunları birbirleriyle karşı karşıya getirip aralarındaki farklılıkları sergilemek…”

Gecikmeli de olsa o beklenti yerine getirildi.

Tabii bugün artık farklı düşünenler tartışmalarda yer alamıyor, hatta çoğumuzun yazı hayatları da erken sona erdi. Aykırı seslerin yer almadığı bir tartışma ortamında insanların önüne düşünce olarak fazla seçenek sunulmuyor.

Kafalar bu sayede konforlu, zihinler dinç.

Savaş için dua edildi

Yazıya böyle girmemin sebebi dün dinlediğim bir cuma hutbesi…

İstanbul’un selatin camilerinden birinde cuma namazını eda ettim. Namazdan önce minbere çıkan hatip birlik ve beraberlik eksenli bir hutbe okuduktan sonra uzunca sayılacak bir dua etmeyi de ihmal etmedi.

Dua sırasında da ülkemiz sınırları dışındaki topraklarda bulunan kahraman Türk silahlı kuvvetleri mensupları ve hepimizin huzur içerisinde gününü geçirmesini sağlayan güvenlik güçlerimizden sonra ‘istihbarat örgütümüze’ de dua etti ve cemaate de ettirdi.

Reklam

İstihbarat örgütünün adının cami minberinde anılmasını ilginç buldum.

Zihnim orada durmadı ve savaşa kaydı; geçmişte katıldığım TV tartışması sonrasında dile getirilen temenniyi de öyle hatırladım.

Batıda tarih boyunca ‘iç hesaplaşma’ diye tanımlanabilecek türden savaşlar yaşandı. 30 Yıl Savaşları, 100 Yıl Savaşları gibi onlarcası var Hıristiyan Dünyası’nın tarihte. En son geçen yüzyılda patlak veren ve toplam 80 milyon insanın canına mal olan iki dünya savaşı da bir iç hesaplaşma sayılabilir…

Avrupa ülkeleri sona doğru ABD’nin katılmasıyla birbirleriyle savaştılar iki dünya savaşında.

Osmanlı Devleti’nin ilk dünya savaşında Almanya’nın yanında yer alması o savaşı bizim için ‘cihad’ haline soktu; ama bu da Batı’da çıkan savaşların bir ‘iç hesaplaşma olduğu’ tezini zayıflatmaz.

İslâm’ın belli başlı iki versiyonu olan Sünniler (Osmanlı) ile Şia (İran) arasındaki en son karşı karşıya geliş (1623-1638) hayli eskidir ve o savaşın sonunda imzalanan Kasr-ı Şirin Anlaşması (1639) sonrasında başka savaş olmadı iki blok arasında.

Haçlı Seferleri ile başlayan Müslümanlara karşı Hıristiyan güçlerin savaşı ise modern zamanlara kadar devam etti.

Son zamanlardaysa, sanki birileri, bizdeki “Kendi aralarında TV ekranlarından hırlaşsınlar” temennisi gibi, “Bırakalım bunlar birbirlerini savaş meydanlarında yesinler” demiş manzarası var.

Reklam

Müslüman müslümanla savaşıyor gerçekten.

İslâm Dünyası’nda ihtilâfların zor kullanılarak, çatışmalar ve hatta savaşlarla çözülmek istenmesi olaylarıyla tarihte hiç karşılaşılmadı mı?

Elbette karşılaşıldı, İslâm’ın daha ilk yüzyılında bile iç-savaşlar oldu; ancak İslâm Dünyası onlardan ders çıkararak sorunlarını ‘barışçı’ yöntemlerle çözmeyi öğrendi.

Türklerin hükümran olduğu dönemde “İslâm’ın iç-barışı” yaşandı.

Modern zamanlara kadar.

Irak-İran Savaşı.. Saddam’ın Kuveyt’i işgali.. Halepçe’de Kürtler’in kimyasal silâhlarla yok edilmeye kalkışılması.. bunların hepsi hayatımızda tanık olduğumuz kanlı ihtilâflar…

İslâmi kesim hep karşı çıktı

Türkiye bu kanlı ihtilâfların hiçbirine karışmadı; Müslümanlar arası kavgalarda yumruk sallayan, kan döken taraf olmaktan sürekli kaçındı ülkemiz. İkinci Körfez Savaşı’na ABD yanında katılma girişimi de 1 Mart tezkeresi ile reddedilmiş oldu.

Silâhlı çatışmaların dışında kalma biraz da İslâmi kesimin hassasiyetleriyle ilgilidir.

Birinci Körfez Savaşı sırasında savaşta daha aktif yer alma girişimleri Meclis’te en ciddi karşı çıkışları Refah Partisi sözcülerinden gördü. 1 Mart tezkeresi 100 kadar AK Parti milletvekilinin muhalefetin ‘Hayır’ cephesine katılmasıyla reddedildi.

Şimdilerde manşetleri ve sütunlarından savaş çığlıkları atılan o kesimin gazeteleri de, o dönemde, savaş karşıtı saflarda yer almaktaydı.

Savaşın âdili olmayacağı için savaşın da olmaması gerekir

İster farklı dinlere mensupları ister aynı dinden insanları karşı karşıya getirsin, savaşlar tasvip edilemez.

Dinler, Hıristiyanlık da İslâm da, ancak ağır şartlarla ihtilâfların çözümünde savaşı yöntem olarak kabul eder; önlenmesi için çaba gösterilmesini bekler.

[Hıristiyanlıkta, Thomas Aquinas’ın Summa Theologica’da vasıflarını belirlediği (amaç âdil, niyet doğru olacak.. her önüne gelen ilân edemeyecek.. ve orantısız güç kullanılmayacak) çatışmalara ‘âdil savaş’ deniliyor. İslâm’da ise iki tarafın da müslüman olduğu ihtilâflarda üçüncü bir grubun çözüm için taraflar arasında arabuluculuk yapması isteniyor.]

Şimdi bölgemizde olanları gözünüzün önüne getirin: Kendini halife eden biri dünyaya savaş ilân ediyor.. ülkenin yöneticisi 500 binden vatandaşının ölümüne yol açan bir iç-savaşı sürdürebiliyor.. bölgemiz kan gölüne dönüyor…

Yanlışlık yok mu bu tabloda?

İhtilâfların barışçı yollarla çözümü için ellerimizi duaya kaldırsak daha doğru bir iş yapmış oluruz.

ΩΩΩΩ

Reklam

6 YORUMLAR

  1. Su yerine göre helal yerine göre haram vs hükmünü alır bir adamın su içmesi o an için ölümüne sebep olacağı tıbben tesbit edilmişse haram, içmese hayatı tehlike varsa içmesi farz olur. Savaş da bunun gibidir girince mahv olacağın ortada ise haram savaşmassan yok olma tehliken varsa farz olur. Savaşa ali meclisler karar vermeli. D
    Güzel yazıya güzel denir.

  2. Mustafa Kemal kendisi iyi mümin değildi ama İslamiyet’i iyi bilen, devleti İslamiyet’e göre kuran bir devlete adamı idi. “Ne mutlu Türküm diyene” demiştir, “Türk olan” dememiştir. “Yurtta sulh, cihanda sulh” demiştir. “Elimizde tuttuğumuz meşale müspet ilimdir” demiştir.
    Kuran, “sana saldırdıkları zaman saldırırsın” diyor ama saldırdıkları kadar saldırabilirsin, daha fazla değil. Hicret etmeyenlere karışma yoktur. Ülkemizdeki teröristi yaşatmazsın ama ülke dışında ülkeye ayak bastığı zaman saldırırsın. Hakem kararlarından sonra ülkeye saldırabilir ve orasını işgal edersiniz.
    Bugünkü savaşlar Sermaye’nin planladığı savaşlardır. İki tarafa silah satıyor, sonra da birbirleriyle savaştırıyor. Kendisi servetine servet katıyor. Savaş Irak ve Suriye’deki paralı ABD askerleriyle yapılıyor. Türkiye’nin askeri gücü test ediliyor. Balyoz ve Ergenekon, 15 Temmuz saldırıları ile yıpranan ordunun gücü deneniyor. Ordumuzun başarısına dua etmemiz doğrudur.
    Yanlış olan zoraki duadır. Biz her namazda Kuran okur ve dua ederiz. Kuran’ı imam okur dinleriz. Duayı ise otururken Ettehiyat ile her birimiz kendimiz yaparız. İmamın dua yapması ve cemaatin amin demesi bidattır ve dua değildir. Hele bu dualar Merkezde hazırlanan bir dua ise hiç dua değildir.

  3. ”İhtilâfların barışçı yollarla çözümü için ellerimizi duaya kaldırsak daha doğru bir iş yapmış oluruz.”..evet, bu kavli dua ile beraber bir de de ”fiili dua” lazım…

    Fiili dua, her ne kadar laik bir yapıya sahip olduğumuz devletin işi değil ise de devleti yöneten kadronun en azından dindar kişilikleri sebebiyle, adına diplomasi de denilen diyalog yollu bir ”fiili dua” ile yapılabilir.

    Yani, hakikaten Müslümanlar arasında cereyan eden ama sivil halkın bedelini ödediği bu anlamsız çatışmalara son verecek olan, yine güven veren bir diyalog, halklarının ve idarecilerinin Müslüman olmaları hasebiyle İslam’a ve onun tarihine atıfta bulunularak yapılacak girişimlerdir.

    Bunda Osmanlı tecrübesi ve yakın geçmişi ile -Şam’da namaz kılmak, Kerkük ve Musul’un ilhak omasını beklemek gibi yayılmacı niyetlerin olduğu dönemi hariç- başat rolü oynayacak ülke yine de Türkiye olacaktır.

    İç barışını tesis eden DEMOKRATİK-HUKUK DEVLETİ olmanın icaplarını yerine getiren ve ADALET dağıtan bir Türkiye, gerçekten bölgesinde barış rüzgarları estirecektir.

    Bu, fiziki sınırları ”saklı kalmak” realitesi içerisinde, aslında sınırları ortadan kaldıracak mutlu bir entegrasyonun da yolunu açacaktır. Bir zamanlar Barzani ile olan ilişkilerimiz mikro bir örnektir, lakin Erdoğan’ın, yine bir zamanlar sınır ötesindeki, özellikle Arap kamuoylarındaki popülaritesi ve liderler arasındaki ilişkisi buna en güzel örnektir. Hoş, Arap kamuoylarının bir başka ülke liderine gerçekleşen ”tutkuları” kendi liderlerine besleyememelerinin nedenini de o ülke liderlerinin jakoben, belkide ”firavunvari”davranışları ile açıklamakta mümkündür.

    Yani bölge ülkelerinin yönetimleri-liderleri kendi halklarına adaletin ve güvenliğin hakim olduğu sistemler sunar iseler -özgürlükçü ortamlar- halk tekamül eder, gelişir ve birlik beraberlik içerisinde dıştan gelen salvolara teyakkuz halinde olur.

    Hele kahir çoğunluğu Müslüman olan bölge ülkelerinin baskıcı yönetimlerle idare ediliyor olması ”Özgürlükler yoksa İslâm’ın istediği olmuyor” tezini ispat eder sadedinde Müslüman halkların ”İslami” yaşayamadığının bir delili..böyle olunca Müslüman halklar kitlesel tepkiler ortaya koyamıyor, fikir üretemiyor ve ”birlik” ortaya koyamıyor. Hem kendi milliyeti içerisinde hem de dindaşı olan diğer milliyetler ile ”tefrika” yaşıyor..aidiyet-asabiyet üzerinden ayrışıyor, zayıflıyor. Zayıf olan bünyeye giren virüslerle de mücadele edemiyor. Bölgede yaşanan ”toplu ve sürekli ölümlerin” sebebi bu olsa gerek.

    ”Özgürlükler yoksa İslam’ın istediği olmuyor” tezinde, İslam’ın istemiş olduğu şey, ”barıştır”.

    Tezin sahibi (F.K) bunu da söyler..”İslâm özgürlükçü ortamın dinidir çünkü…”

    Bölge de, hasseten Müslüman ülkelerinde baskıcı-jakoben yönetimlerin ihdas edilmesi ve desteklenmesi işini yürütenler, İslam ve onun vaad ettiği ”BARIŞ”ın düşmanları olmasınlar?

    Öyle, öyle; ”İslami! Terör Şirketlerini” kurup besleyen de onlar.

    Şirket dedik ya, bununla, insan kanı üzerinden kendi medeniyetlerini idame ettirmenin kazancını elde ediyorlar.

  4. Fehmi bey,son zamanlarda hep yaptığınız gibi,yine bütünün yarısına bakarak yazmışsınız.Türkiye durup dururken,güvenliği ile ilgili endişesi olmadığı halde mi,şu anda orda…

Yoruma kapalı.