Şimdiye kadar hiç işitmediğim bir özlü sözü bir film kahramanının ağzından duydum. Şöyle dedi:
“Eğer seçimler bir şeyleri değiştiriyor olsaydı… Onu mutlaka yasaklarlardı…”
Nasıl buldunuz?
ABD’de devam etmekte olan Trump-Clinton yarışına bakarak, günümüzü de müthiş açıklayıcı buldum kayıtlara ‘anarşist’ olarak geçmiş Emma Goldman’a ait olduğunu öğrendiğim bu sözü.
Galiba Mark Twain de buna benzer bir cümle sarf etmiş…
Bulun ve izleyin diyebileceğim bir film
Bazı filmlerin kaderi sonradan açılmaktır. Başrolde Sandra Bullock gibi ‘gişe garantili’ biri olduğu ve kadın belki de hayatının en iyi rollerinden birini sergilediği halde, geçen yıl gösterime giren ‘Our Brand is Crisis’ (‘Markamız Krizdir’) filminin kaderi de öyle olacağa benziyor.
İlk elde beklenen geliri getirmemiş, şimdilerde ise erkenden ‘kült film’ kategorisine girecek kadar konuşulur olmuş bir film bu.
‘Markamız Kriz’ bir seçim kampanyasını işliyor; filmin senaryosu gerçek bir olaydan alınma. 2002 yılında yaşanmış ve belgeseli bulunan bir olayın… Latin Amerika ülkelerinden Bolivya’da seçim yarışına katılan, ancak diğer adaylar karşısında pek şanslı görünmeyen bir aday, eski bir cumhurbaşkanı, yeniden seçilmeyi kafaya koyunca, parasını ödeyip kampanyasını yönetmek üzere Amerikalı bir ekibi yardımına çağırır…
Sandra Bullock’un canlandırdığı tip ekibin sorunlu olsa da en akıllı ve bilgili kişisidir; lider muamelesi gören etkili biri…
Hikmetli sözler onun ağzından çıkar.
En aşağılardan aldıkları kibirli ve soğuk adayı eğip bükerek, ama özellikle de seçilmesi daha muhtemel öteki adaylar aleyhinde –kimi gerçeğe dayanan, kimi asılsız– dedikodular yayarak, cumhurbaşkanı seçtirmeyi sonunda başarırlar…
İnsanların zihinlerinin nasıl çelindiğini, henüz daha ‘algı yönetimi’ deyiminin günlük kullanıma girmediği bir dönemde, 2002 Bolivyası’nda yaşananlara bakarak anlayabiliriz.
Bullock’un ağzından “Eğer seçimler bir şeyleri değiştiriyor olsaydı, onu mutlaka yasaklarlardı” sözü işte o ortamda çıkar.
Bir de dizi, rastlarsanız izleyin diye…
Amerikan film ve dizi sektörü bunu hep yapıyor. Gazetelerde köşeleri tutanların, TV’lerde yorum yapanların söylemeye cesaret edemediklerini “Bu bir film, anlattığı da bir hikâye sonuçta” bahanesi ardına sığınarak kamuoyuyla paylaşmayı biliyorlar.
Donald Trump gibi bir aday, bırakın ABD gibi anayasal demokrasi konusunda dünyada örnek gösterilen bir ülkeyi, herhangi bir demokratik ülkede en yüksek makama göz koyabilir, GOP (Cumhuriyetçi Parti) gibi yüzlerce yıllık gelenekleri bulunan bir partiden adaylığa seçilmeyi başarabilir miydi.
Hiç sanmıyorum.
Adam aday seçilmeyi başardı işte.
Dün geceki münazarada suçlayacak birilerini izleyiciler arasına oturtma girişiminde bulunmuş Trump, iyi mi?
Yakında bizim televizyon kanallarına da taşınması beklenebilecek yeni bir dizi gösterime girdi ABD’de: ‘Designated Survivor’… Henüz ilk üç bölüm yayınlandı, ben de bir öğleden sonra oturup üç bölümü birden izledim.
Kısa özeti şu: ABD başkanlarının her yıl yaptıkları ‘Ulusa Sesleniş’ hitabı sırasında, bütün bakanlar, senatörler ve Temsilciler Meclisi üyeleri, Anayasa Mahkemesi yargıçları Kongre’de hazır bulunur. Bir bakan, bir senatör ve bir Temsilciler Meclisi üyesi eksiğiyle…
Beklenmedik bir şey olur diye, üç kurum birer üyesini uzakta tutar…
O kişiye deniliyor ‘Designated Survivor’… Yani, ‘önceden belirlenmiş sağ kalan kişi’…
Dizide o hitap sırasında 11 Eylül’den daha can alıcı bir terör eylemi gerçekleşiyor. Kongre’de hazır bulunan herkesin öldüğü bir eylem…
Hayatta kalan ve ‘başkan’ olması mukadder kişi, aynı günün sabahı başkanın kendisiyle artık çalışmak istemediğini, önemsiz bir yere büyükelçi atayarak kendisinden kurtulmayı planladığını öğrenen önemsiz genç bir bakandır.
Yemin eder ve göreve başlar…
Senaryoyu yazanlar, yeni başkanın ayağı sürstün de askeri darbe yapabilsin diye bekleyen bir generali, yerine geçmeyi uman bir politikacıyı, onu zora düşürmek için her şeyi yapmaya hazır bürokratları karşımıza çıkartıyorlar…
Bir eyalet valisi işi isyan noktasına kadar getiriyor. Eylemi kafasına göre Müslümanlara mal eden valinin eyaletindeki her Müslümanı derdest etmesini sonunda durdurmayı başarıyor yeni başkan…
Her sahnesi ilginç ve düşündürücü bir dizi…
Emin olun, dizideki tesadüfi başkan (Kiefer Sutherland oynuyor), geçmişte ağzından çıkan kadınları küçük düşürücü (aslında kendisini küçük düşüren) sözler önüne çıkartılmasaydı 8 Kasım günü seçilebilme umudu yüksek olan Donald Trump’tan daha hakiki göründü gözüme.
Ne oldu da kasedi çıktı Trump’ın?
Trump’u NBC televizyonu bitirdi görünüyor, ama öyle değil…
Olanı size ben anlatayım:
Kafaya ABD başkanlığını koymuş olan Trump bundan 10 yıl önce şöhretinin zirvesindeydi. ABD’nin en zenginlerindendi; dünyanın dört bir tarafında yatırımları vardı (biri de Aydın Doğan’la ortak İstanbul’daki Trump Tower’dır); TV’de sürekli bir programı vardı.
Göz kamaştıran bir başarı…
Sadece başkalarının gözleri kamaşmamış demek ki, başarıdan onun da başı dönmüş…
Kendisine “Bu akşam bizim programa çık” diyen bir magazinciye “Evet” demiş…
TV ekibiyle birlikteyken akıl almaz aşağılık lâflar etmiş ve görüntüleri yayınlanmasa da kayda geçirilmiş…
Aday olunca “Bu adam aşağılık biridir, işte kanıtı” diye 2005 yılındaki görüntüleri ekrana taşımış mı NBC? Hayır, tersine Trump’ın reklâmı yerine geçecek haberler yapıp durmuş…
“Trump’ın başarılı görünmesinde en büyük pay o kanalın” diyor gözlemciler…
Nasıl olmuş da sonunda görüntüleri yayımlamış peki?
Benim senaryom şu: Kanaldan biri, ellerinde böyle bir bomba tuttukları halde yayımlamadıklarını kendine yedirememiş ve Washington Post gazetesini devreye sokmuş olmalı… Saat 11.00’da gazeteye telefon edilip görüntüler yollanmış… Gazete de görüntüyü saat 16.00’da internet sitesine koymuş…
İşte ondan sonra, o gece, NBC görüntüleri ekrana taşımış; ne yapacaktı yani, kendisini rezil mi edecekti?
Yarış başladığından beri savunduğum bir tezim var benim; o da şu: “ABD’de iktidarı ellerinde tutanlar Hillary Clinton’un seçilmesini istedikleri için Trump’ı onun karşısına çıkardılar. Başka herhangi bir aday, falsosu çok fazla Clinton’u yenerdi; ama Trump gibi falsoları Clinton’dan çok fazla birini alt etmeleri kolaydı.”
Şimdi olan da bu.
Filmde Çinli savaş felsefesi dehası Sun Tzu’dan nakledilen 3 bin yıllık bir özlü deyiş de var; kulaklara küpe olması gereken… Şöyle demiş Sun Tzu: “Canavarlarla kavga edenler, kendileri de canavara dönüşmek istemiyorlarsa, olağanüstü dikkatli olmalılar…”
Çok beğendim bu sözü, çok…
ΩΩΩΩ