Dünkü yazıma göz atmışsanız sonuna düştüğüm notu da fark etmişsinizdir.
“Dün gece bir TV programında AK Parti’yi destekleyen bir kalem ile eski bir AK Parti milletvekili ‘Cumhurbaşkanı Erdoğan dışında biri cumhurbaşkanı seçilirse ne olur?’ sorusu eşliğinde geleceği tartışmışlar. Biri İngilizce biliyormuş, o İngiltere’ye kaçıyor, diğeri ‘Ben İngilizce bilmiyorum, nereye gideceğim?’ diye hayıflanıyor. Üzüldüm. Öyle bir şey neden olsun ki? Burası Uganda mı?”
Hepsi bu kadar.
Önce İngilizce bilmeyen katılımcının sosyal medya hesabından hakaret dolu salvosu geldi. Ardından İngilizce bilen katılımcı kendi gözündeki yerimi bir kez daha bana hatırlatan satırlarını köşe işgal ettiği gazetenin internet sitesinde yayınlattı.
Neden kızdıklarını anlayamadım. Sonuçta onları yatıştırmaya, haklarında kötüyü düşünenler varsa onlara da burasının Uganda olmadığını hatırlatmaya çalışmıştım.
Hakareti bir tarafa bırakırsak, ilkinden hiç de hoş olmayan ‘Erdoğan sonrası senaryosu’ üzerindeki karşılıklı ifadelerinin aslında ‘şaka’ olduğunu öğrenmiş oldum. Televizyon ekranında, iki yetişkin yorumcu, izleyiciler önünde siyaset üzerine konuşurken, meğer ara sıra şaka da yapıyorlarmış…
İkincisinin gazetesine koyduğu nottaki benimle ilgili bölümü okuyanlardan “Mutlaka cevap vermelisin” diyen dostlar oldu. Onlara “Nesine cevap vereceğim, yazdığının ana gövdesi doğru” cevabını verdim; şaşırdılar.
İyisi mi, AK Parti’nin itibar ettiği bir gazetede köşesi bulunan ve sıkça TV tartışma programlarında yorumlar yapan AK Parti yönetiminin çok değer verdiği bilinen yazarın hakkımdaki satırlarını aynen aktarmak.
“Abdullah Gül‘ün arkasına takılıp kendine mutlu gelecek arayan bitik Fehmi Koru! Sen de medya tarihî çöplüğündesin. Eskiden seni umursayan vardı ama şimdi yaşayıp yaşamadığını bile bilmiyorlar. Üzgünüm, senin için yapacak bir şey yok…”
Bu satırların nesine cevap vereyim?
Abdullah Gül ile uzun yıllar öncesine dayanan dostluğumuz var ve siyasete atıldığı, çeşitli devlet kademelerinde hizmet verdiği dönemde de sonrasında da dostluğumuz devam etti. Duruma göre dostluk kuran, duruma göre dostuna düşman olanlardan değilim; bu bakımdan ilk cümlede itiraz etsem etsem bu yaşımdan sonra ‘kendime mutlu gelecek aradığım’ bölümüne itiraz edebilirim.
Hatta o bölüm bile bir yönüyle doğru. Kendim için olmasa da, yarınlarımızın herkes için daha mutlu olması gibi bir arayışım olduğu pekala söylenebilir. Her gün bir şeyler yazıyorsam, biraz da o mutlu dönemin biran önce gelmesine katkıda bulunmak için yazıyorum.
Paragrafın öteki cümlesine, yani “Eskiden seni umursayan vardı ama şimdi yaşayıp yaşamadığını bile bilmiyorlar” tespitine nasıl itiraz edebilirim? Sağolsun yazar, kendisinin kullanıma soktuğu ‘medeni ölü’ deyimini hiç değilse benim için ve hiç değilse bu defa kullanmamış. Kullansaydı da alınmazdım. Doğru çünkü.
İlk yazım henüz ortaokulu yeni bitirdiğim 1966 yılında İzmir’de çıkan ‘Gurbet’ dergisinde yayımlanmıştı. O dergide ve pek çok başka dergilerde değişik konularda yazılarım çıktı. [O yıllarda yayımlanan seviyeli ve etkili ‘İslam Medeniyeti’ dergisine, kitapları üzerimde derin izler bırakmış Ord. Prof. Ali Fuat Başgil’in vefatı (1967) üzerine bir yazı göndermiştim, yayınlanmıştı. Derginin editörü İsmail Lütfi Çakan -şimdi Marmara İlahiyat’ta profesör- birkaç yıl sonra tanıştırıldığımda yazımdan beni Başgil Hoca’nın öğrencisi sandığını hayretini saklamadan belirtmişti. O sırada henüz lise öğrencisiydim.]
Kalemi elimden hiç düşürmedim.
Milli Gazete, Yeni Devir, Zaman, Yeni Şafak, Star ve Habertürk yanında İngilizce çıkan gazetelerde de yazılarım yayımlandı; adını verdiğim gazetelerin bazılarında yöneticilik de yaptım.
Özel televizyonlar söz konusu olduğunda siyasi tartışma programlarının ilklerinden sayılabilecek ‘Başkent Kulisi’ni önce Flash-TV’de başlattım, ardından Kanal-7’ye taşıdım. Kanal-7’de yıllarca hafta içi her gece yorum yaptım. TRT1, NTV ve Habertürk ekranlarında bazı programların devamlı konuğu oldum.
Bana cevap verme ihtiyacı duyan kalem “Eskiden seni umursayan vardı” diyor; bu tespitine ancak “Sağol” diyebilirim. Gerçekten de medya dünyasında Milli Gazete’deki kısa sürmüş genel yayın yönetmenliği dönemimden (1984) başlayarak yazdıklarım ve konuştuklarım hep ilgi çekti.
Umursandım.
Şimdi için “Yaşayıp yaşamadığını bile bilmiyorlar” diyor.
Eyvallah.
Kendisi ‘medeni ölü’ sıfatını da kullandığı yazılarla beni ara sıra hatırlıyor ya, ona itibar eden AK Parti çevresi onun sayesinde yaşadığımı öğrenmiş oluyor.
Ben de şimdilerde göz önünde olan bazılarının henüz ortalıkta görünmediği 2000’li yılların başlarında çeşitli vesilelerle çekilmiş -bu yazının en tepesine yerleştirdiğim ve aralara da serpiştireceğim- fotoğraflara ara sıra göz atarak geçmişte yaşadığımı hiç değilse kendime ispat ediyorum.
O fotoğrafta gördüğünüz yüzlerden biri –Kürşat Bumin– maalesef artık aramızda değil; ancak diğerleri de muteber yazarımızın zaman zaman ‘medeni ölü’ olarak andığı yazarlar…
Ne yapalım, hayat işte böyle bir şey. Bir varsın, bir yoksun.
Yalnız hiçbirimiz bir yerlere gitmeyi düşünmüyoruz. Bunun şakasını bile yapmıyoruz, yapmamız da gerekmiyor zaten. Herbirimiz nereyi bulursak oraya düşüncelerimizi yazmayı ve bizi ölü bilmeyen insanlarla paylaşmayı sürdürüyoruz.
“Cevap ver” diyenler ve bununla “Ağzının payını ver” demek isteyenler yanılıyor.
Bana bunları düşündürdüğü için hatta kendilerine teşekkür borçluyum.
Çok şükür burası Uganda değil.
ΩΩΩΩ