Süleyman Özışık, internethaber.com sitesinde çıkan ve dün çok okunan yazısında “Bunu hisseden sadece ben miyim?” diye sorduğu ve ‘kendisine gelen bilgilere dayanarak’ kaleme aldığını özellikle belirttiği bir senaryoyu yazdı.
“Bir ben miyim?” diye sorduğu senaryo şu: FETÖ’nün hava kuvvetleri imamı olduğu sonradan öğrenilen Adil Öksüz adlı kişinin, önüne çıkarıldığı mahkeme tarafından serbest bırakıldığı zaman ile, Genelkurmay Başkanı Org. Hulusi Akar’ın rehin tutulduğu yerden kurtulması hemen hemen aynı dakikalara denk düşüyor… İkisi de ‘Akıncılar’ adını taşıyan üste idiler…
Özışık, bunun bir ‘takas işlemi’ olduğunu düşünüyor. “Biz sizin adamınızı, siz de bizim adamımızı serbest bırakın” tarzında bir takas…
Senaryosu doğru mudur bilemem, ama bir şeyden haberdarım: Yalnız değil Süleyman Özışık; o senaryoyu dillendiren başkaları da var.
Konuya dikkatini çeken kaynak başkalarıyla da konuşmuş olmalı ki, uğradığım her mekânda, kulak hizamda konuşuldu aynı senaryo…
Tıpkı daha farklı tuhaflıklara dikkat çeken başka senaryoların da konuşulduğu gibi…
O gece hakkında bilmediklerimiz bildiklerimizden fazla
Ülkemiz insanının zihni bazılarının ‘komplocu’ sıfatı takmaya bayıldığı bu türden senaryolara pek açıktır.
Bilgi kanallarının tıkalı olduğu, fısıltı gazetesi tirajının basın-yayın organlarının toplam tirajını zorladığı ortamlarda, senaryolar ortalığı sarar. İnsanlar zihinlerinde tartıp bir yere koyamadıkları bilgileri, altalta üstüste yerleştirip yekûn alamadıkları hesapları senaryolara çevirirler.
15 Temmuz gecesinde yaşananlar sonrasında ben birkaç kez bu tehlikeye dikkat çektiğimi hatırlıyorum: O gece vuku bulduğu söylenen, gözaltında alınan ifadelerden dışarıya yansıyan, kaynaklara yakınlıkları sebebiyle bilebilecek durumda kalemlerin köşelerine taşıdıkları bilgiler arasında göze batar tarzda çelişkiler var.
Düşünün, hâlâ Org. Akın Öztürk’ün ‘darbeci’ mi, yoksa ‘kahraman’ mı olduğunu tam bilmiyoruz.
Evet, adam tutuklu ve içeride, ancak askerlerin yaptığı resmi açıklamadaki, “Akın Öztürk’ü darbecilerle konuşup ikna etmesi için biz Akıncılar üssüne gönderdik” anlamına gelen cümleler Genelkurmay Başkanlığı sitesinde hâlâ duruyor.
Böyle bir ortam elbette senaryo yazmaya açıktır.
Her gece televizyon ekranlarında görmeye alıştığımız ‘itirafçılar’ ile Ergenekon ve Balyoz davalarında yargılanıp mahkûm edildikten sonra hava değişince beraat eden askeri kişilerin anlattıkları da kafaları karıştıran bir başka unsur.
Onların anlatımları ve tahlilleri arasında da çelişkiler var. Hangisine inanacağımızı bilemediğimiz, kim doğru söylüyor, kim uyduruyor ayıramadığımız pek anlatıya muhatabız.
Mahir Kaynak anlatmıştı…
Gelin de rahmetli Mahir Kaynak’ı hatırlamayın.
Mahir Bey, 1971 askeri darbesi sonrasında siyasi tarihimize ‘Madanoğlu Davası’ olarak geçen yargılama sırasında davanın diğer sanıkları arasında yer almaktadır.
Cunta kurup orduyu isyana teşvik ve askeri darbeyle rejimi değiştirmeye teşebbüs suçuyla yargılanmaktadırlar.
İçerisinde dönemin öndegelen pek çok entelektüelinin de bulunduğu bir cunta gerçekten vardır. Cuntanın başı da 27 Mayıs (1960) darbesine katılmışlardan Korg. Cemal Madanoğlu’dur.
O günleri cuntaya yakın bir yerden izleyen Hasan Cemal ‘Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım’ kitabında gelişmeleri ‘içeriden bir tanık’ olarak anlatmıştır.
‘Madanoğlu cuntası’ haftanın belli günlerinde toplanıp ülke sorunları üzerinde konuşur, darbe sonrası kurulacak yeni rejimin esaslarını tespite çalışır. Madanoğlu’nun en güvendiği kişi, sağkolu, Marksizmi diğerlerinden daha iyi bilen İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi öğretim üyesi bir gençtir: Mahir Kaynak…
“Aramızda MİT ajanı var, konuşmaları teybe kaydediyor” ihbarı geldiğinde, Madanoğlu, “Mahir herkesin üzerini sen ara” der ve üzerinde teyp bulunan tek kişi, Mahir Kaynak, o sayede kurtarır.
İhbara konu ‘MİT ajanı’ odur çünkü.
Yargılama sırasında, MİT, daha önce ve sonra hiç yapmadığı bir şeyi yapar: Mahir Kaynak’ın ‘ajan’ olduğunu açıklar…
Cunta üyeleri şaşkına dönerler. İlk tepkileri inanmamak olur. MİT’in aralarına fesat sokmak için böyle bir açıklama yaptığını düşünürler.
Mahir Bey, o dönemi anlatırken, hayatının akışını temelden değiştiren deşifreyle MİT’in sadece kendisini zora sokmakla kalmamış, ülke siyasetini de derinden etkilemiş olduğunu belirtir.
Afişe edilmemiş olsa, hapse düşecek, ama hapisten çıktıktan sonra da görevini sürdürebilecektir.
“O açıklama yapılmamış ve deşifre edilmemiş olsaydım, belki de bugün Türk solunun lideri bendim” sonucunu defalarca paylaştı sonradan Mahir Kaynak…
Başka kimler ve kimler gizlendi acaba…
Hep şunu düşünmüşümdür: “Ne hikmetse yapmaması gerekeni Mahir Kaynak için yapmış olan istihbarat örgütü, acaba sağda-solda daha kimler ‘ajanı’ olduğu halde sessiz kalmayı tercih etmiştir?”
İstihbarat örgütlerinin bir görevi ülkede faaliyet gösteren her örgütü ‘içeriden’ tanımaya çalışmaktır. Bunu sağlamanın yöntemi de, ‘örgütler’ içerisine eleman yerleştirmektir.
Kuşkunuz olmasın, sizin farklı kimliklerle tanıdığınız kişiler arasında yolu istihbarat örgüt/leri ile kesişmiş veya doğrudan ‘ajan’ sıfatını taşımayı hak edenler vardır.
Örgüt üyesidirler, eyvallah, ama hangi örgütün üyeliği ağır basmaktadır?
IRA’da Donaldson öyleydi
Yerli örneğim yok, ama geçmişte okurlarımla birkaç kez paylaştığım, İngiltere’nin başını 35 yıl boyunca ağrıtmış IRA terör örgütünün ve siyasi uzantısı Sinn Fein’in en önemli liderlerinden biri, Denis Donaldson, aslında İngiliz istihbarat örgütünün ajanıydı.
İngiliz devletine karşı 1981 yılında cezaevinde yatarken düzenlediği açlık grevi sırasında hayatını kaybeden IRA militanı Boby Sands’ın hemen bütün fotoğraflarında yanı başında görünen kişidir Donaldson…
O kadar yani.
‘Ajan’ olduğu ortaya çıktığında, Aralık 2005, ‘terör örgütü adına eylem’ yapmakla suçlandığı bir davada yargılanıyordu. Damadıyla birlikte. Ağır cezalara çarptırılmaları beklenirken, mahkeme, birdenbire sanıklara karşı açılmış kamu davasını düşürüverdi.
Denis Donaldson’un ‘köstebek’ olduğu da o sayede ortaya çıktı.
‘Ajan’ olduğu öğrenilince kaçıp saklandı, ama mukadder âkıbetten kurtulamadı Denis Donaldson. Deşifre olmasından sadece 4 ay sonra, saklandığı köy evinde, IRA tarafından infaz edildi.
Ülkemizde ise, Mahir Kaynak deşifre olunca öldürülmedi; ama vaktiyle kafasına ve bilgisine hayranlık duyan insanlar tarafından dışlanarak başka tür bir infaza tâbi tutuldu o da…
Bütün bunları Süleyman Özışık’ın “Benden başka kimse farkında değil mi?” sorusunu yönelttiği yazısı üzerine paylaşıyorum.
Demem şu ki…
Senaryoların hangisinin gerçek hangisinin yanlış olduğu kolay ortaya çıkmaz…
Tıpkı kuşkulandığımız bazılarının gerçek kimliklerini belki de hiç öğrenemeyeceğimiz, tahminle yetinmemiz gerekebileceği gibi.
Raconu böyle bu tür işlerin, sevgili Süleyman Özışık…
ΩΩΩΩ