Okumuş yazmışlarımız arasında Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’na nasıl girdiğini bilmeyenimiz yoktur; ama ben yine de kabaca özetleyeyim: Türkiye o dönemde Almanya ile yakın ittifak ilişkisi içerisindeydi. Almanlar etraflarındaki ülkelerle savaş başlatınca, Osmanlı’nın da kendilerine destek çıkmasını istedi. Üç Alman zırhlısı İstanbul’a geldi, Osmanlı bayrağıyla Karadeniz’e çıkan zırhlılar Sivastopol’a ateş açtı. Savaşa girdik. Ruslar Trabzon’a ve İstanbul/Çatalca’ya kadar askerleriyle geldi; İstanbul İngilizler tarafından işgal edildi.
Cumhuriyet’i kuran kadro genç birer kurmay subay olarak gözlemledikleri o dönemden sonra, ‘‘Bir daha asla’’ keskinliğiyle sahip oldukları kanaat sayesinde, ülkeyi, bütün baskılara rağmen, İkinci Dünya Savaşı hengâmesi dışında tuttu.
Türkiye modern zamanlarda bugüne kadar savaşmadıysa sebebi budur.
Kıbrıs harekâtı bir istisnadır: ‘Yavru vatan’ bilinen Kıbrıs’taki Türk varlığı hayati tehdit altına düştüğü için o müdahale kaçınılmazdı. Türkler ile Rumlar’ın ortak olduğu Kıbrıs Cumhuriyeti bir darbeyle varlığını yitirdiği için de ‘garantör’ devlet olarak müdahale uluslararası hukuka uygundu.
Çin büyük devlet, ama
‘Büyük devlet’ olmak savaşla kazanılan bir mazhariyet değildir.
Çin sözgelimi, nüfusuyla olduğu gibi ekonomik gücüyle de büyük bir devlettir. ABD ekonomisi bile Çin desteği sayesinde ciddi badireleri savuşturabiliyor. Çin sınırları dışında çok geniş bir coğrafyayla ikili ikişkiler ve güçlü işbirlikleri oluşturuyor, ancak uluslararası ihtilaflara karışmaktan ısrarla uzak duruyor.
Hedef olarak kendilerine 2050 yılını koymuş görünüyor Çin’i yönetenler; o zamana kadar sıcak çatışmalardan uzak durmaya yeminli görünüyorlar.
O zaman geldiğinde de maceracılığa sapacaklarını sanmam.
Bu girişi yapmamın sebebi Suriye’den gelen ülke güvenliğine yönelik tehditlere tedbir olarak başlatılan Fırat Kalkanı operasyonu ve şimdilerde de Afrin harekatına bazılarının ‘savaş’ mantığı içerisinde yaklaşması.
Dün bir yakınımı yurtdışına uğurlamak için gittiğim İstanbul Atatürk Havalimanı’nın dört bir tarafı bir meslek kuruluşunun ‘‘Bu ordu ki…’’ diye başlayan ve savaş mantığını yansıtan sloganlarıyla donatılmıştı.
Aynı mantığın gazete köşelerine ve televizyon ekranlarına da yansıdığını görebiliyoruz.
İsrail, ABD ve Rusya ile Almanya
Bugünün dünyası emperyal güç olma iddiasındaki bazı ülkelerin başkalarına ait topraklara göz dikebildikleri bir dünya. İsrail bunlardan biri; kurulduğu günden beri sınırlarını genişletip duruyor. ABD kendisini iki bin yıl öncenin dünyanın dört bir tarafını askerlerinin çizmelerine çiğnetmiş Roma İmparatorluğu’nun mirasçısı görüyor; 171 ülkede askeri üs bulunduruyor ve olur olmaz ihtilaflara taraf haline gelmekten kaçınmıyor.
Şimdi de Rusya o statüye yerleşti; önce Ukrayna içerisinde otonom bölge olan Kırım’ı topraklarına kattı, şimdilerde Suriye ile sıcak denizlere açılma yolunda adımlar atıyor. İran himayesindeki Beşşar Esad da ona bu fırsatı tanıyor.
Bu üçlü, —Rusya, İran ve Beşşar—, Suriye’nin kuzeyine de hakim hale gelme mücadelesi veriyorlar.
Almanya da aslında ‘büyük devlet olma’ iddiasını günümüzde de sürdürüyor. Ancak, 60 milyondan fazla insanın hayatına mal olmuş iki dünya savaşını çıkarmış Almanya’yı günümüzde yönetenler, bu iddiayı farklı yollarla gerçekleştirme yöntemini tercih etmiş durumda. Silah zoruyla, savaş çıkartarak gerçekleştiremedikleri hayal, ekonomik güce kavuştuktan sonra büyük çapta gerçeğe dönüşebildi: Bugün Avrupa’nın patronu hiç kuşkusuz Almanya.
İki örnekten hangisi daha cazip?
Soruyu laf olsun diye sormuyorum. Gerçekten üzerinde düşünülmesini istiyorum.
Ve Türkiye
Türkiye Avrupa’dan Orta Asya ve Ortadoğu’ya uzanan geniş bir coğrafyanın kapısı konumunda bir ülke. O coğrafyada yer alan ülkelerin kimiyle dini, kimiyle etnik, kimiyle de tarihi bağları bulunuyor.
Pek çok olumlu özelliğe sahip ülkemiz: Yaşlanan dünyada nispeten genç ağırlıklı bir nüfusu var. Darbelerle sınanmış ve her seferinde halkı sahiplendiği için sağlam bir demokrasi alışkanlığı bulunuyor. Petrolü yok, ancak yine de ekonomisini rekabetçi bir anlayışla güçlendirebildi. Dünyanın neresine gitseniz orada kök salmış, ancak gönlü yine de ülkesinde Türkler ile karşılaşabiliyorsunuz. Sorunları var, ama en ciddisini (Kürt sorunu) çözebileceğini belli edebilmişti.
Eskiler ‘‘Hazır ol cenge ister isen sulh u salah’’ derken, amacın barış ve refah olduğunu, bunu yaparken de güçlü bir ordu gerektiğini ifade etmişlerdi. Türkiye’nin, son askeri harekatlarda da gücünü ispat etmiş bir ordusu bulunuyor.
Türkiye için doğru tercih Çin’in ve Almanya’nın yöntemidir. Buna ‘yumuşak güç’ deniliyor.
Askeri bir operasyona mecburen sürüklenmiş bir ülkeyiz ve tek bir yanlış adım atmamamız gerekiyor.
Etrafımız o yanlış adımın atılmasını bekleyen aç kurtlarla dolu.
Bunu bilelim de.
ΩΩΩΩ