Bazen aklımdan ”Şu olmasaydı, acaba bu sonuç ortaya çıkar mıydı?” gibi sorular geçer. Anlamsız kaçsa da zararsız sorular…
Ülkemizin dış politikası üzerine tartışmalar yoğunlaştığından beri aklımdan geçen soruyu sizinle de paylaşmak isterim: ”2003 yılında Meclis gündemine giren ve reddedildiği için Türkiye’nin zararından etkilenmediği ‘1 Mart tezkeresi’ günümüz şartlarında söz konusu olsaydı, bugünkü Meclis aynı kararda birleşebilir miydi?”
Yalnızca bugünkü Meclis’in tablosuna bakarak bu soruya ‘Hayır’ cevabı verilebilir de, benim derdim sorunun ‘günümüz şartlarında’ bölümünde gizli.
Özellikle de ‘günümüz medya düzeni’ şartlarında…
1 Mart tezkeresi AK Parti iktidarının en başlarında kapımıza dayanmıştı. Ülkenin yerleşik medyası ‘ABD ile birlikte hareket etmek’ gibi bir gerekçe yakalamış, bunun gözetilmemesi durumunda başa gelecekleri mübalağalı biçimde kamuoyuna pompalamaktaydı.
Hükümet tezkereyi Meclis’e sunarak geçmesini istediğini belli etmişti. Partinin en etkili ismi, tek tek görüşerek, ‘Hayır’ oyu verebilecek milletvekillerini caydırmaya çalışıyordu.
Çaba pek çok yönden haklıydı aslında.
Washington kendisini kızdıranlar siyasilerin yüzüne bakmayacak, aradıklarında Beyaz Saray telefonlarına cevap vermeyecekti…
Zar zor iktidar olmuş AK Parti bunu göze almakta zorlanıyordu.
Reddedildiyse tezkere, bu, o günlerde ‘yandaş medya’ diye anılan AK Parti destekçisi birkaç gazete ve televizyon kanalı (daha doğrusu tek kanal: Kanal 7) sayesinde olabildi.
Bugün öylesine bir ‘ölüm-kalım’ oylaması ihtiyacı ortaya çıksa, artık sayıları hayli artmış destekçi gazeteler ile sayısız TV kanalı sizce ”Bu yanlış, hem de vahim bir yanlış; ABD’nin yalan-dolan kampanyası eşliğinde ülkemizi felâkete sürükleyebilecek bir yanlışlığa kapı aralanacak” uyarısında bulunur mu?
Uyarıyı yapacak bir Allah’ın kulu çıkar mı?
Örnek istiyorsanız, Suriye ve Mısır’la ihtilâflarımıza kadar gitmeden, şu yakınlarda yaşanmaya başlamış Rusya ile krizimize bakalım:
Şimdilerde bir jetini düşürdüğümüz için aramız bozulan Rusya ile ilişkileri artık düzeltmek isteniyor ya; bununla iki ülkeyi birbirinin boğazına sarılma noktasına kadar götüren jet düşürme kararının yanlışlığının anlaşıldığını düşünmeliyiz, değil mi?
Ara bozulmasının ekonomik boyutu üzerinde herkes duruyor, ben başka bir alanı dikkatinize sunacağım: Diyanet İşleri Başkanlığı, geçen yıl Ramazan ayında, Moskova ve çevresindeki camilerde dini hizmetler sunmak üzere 200 din görevlisini Rusya Federasyonu’nun resmi izniyle o ülkeye göndermişti.
İçinde bulunduğumuz bu yılın Ramazan ayında kaç din görevlimiz Rusya’da?
Hiç. Sıfır.
Putin izin vermediği için Rusya’ya tek bir din görevlisi bile gönderemedik; aramız şekerrenk ya, ondan…
Şimdi dönün ve jet düştükten hemen sonra AK Parti’ye yakın gazetelerde çıkan haberlere, köşe yazılarına göz atın, televizyon kanallarında yapılan yorumları gözünüzün önünden geçirin… Türkiye’nin o olayla kazandığı stratejik üstünlük ile başlayıp uçak düşürme kararının ‘Yeni Türkiye’ için yeniden büyüme atılımına nasıl hizmet edeceğini anlatan bir dizi değerlendirme…
Tek bir ”Yahu kardeşler, bunca sorunumuz varken, bir de Rusya ile takışıp papaz olmak da nereden çıktı?” sorusu eşliğinde uyarılar okudunuz, bir yorum işittiniz mi?
Belki bir-iki kişiden; ama koro onların seslerini bastırmayı bildi.
Uyaranların üzerine buldozer gibi gidildiğini de fark etmişsinizdir.
Tekrar başa dönersem: Bugünün medya şartlarında gelseydi 1 Mart tezkeresi, AK Parti üzerinde etkili olması beklenecek medya, alkışlarla Meclis’ten geçmesini sağlardı.
Eyvah ki ne eyvah…
Meraklısına not: Sonrasında IŞİD’i dünyanın başına belâ edecek ABD’nin Irak’ı işgali projesi medya desteğiyle hayata geçirilmişti. ABD’nin öndegelen gazeteleri ve TV kanalları, neredeyse tek bir ağızdan, ”Irak’a demokrasi götüreceğiz” heyecanını sayfalarına yansıttılar.
Ön saflarda New York Times gazetesi geliyordu, gazeteci olarak da güvenlik ve savunma konularında uzman Judith Miller…
Amerika’nın yalan-dolan kampanyası Saddam’ın nükleer silâh peşinde koştuğu, Irak’ta depolanmış halde çok sayıda kitle imha silâhları (kis) bulunduğu iddiası eşliğinde sürdürülüyordu.
New York Times (NYT) gazetesi sonradan yalan olduğu bütün çıplaklığıyla ortaya çıkacak bu iddiaları yaymanın organı haline dönüşmüştü.
Gazetenin itibarlı muhabirlerinden Pulitzer ödüllü Judith Miller öncülük bayrağını elinde tutuyor ve herbirinin ‘yalan’ olduğu fazla gecikmeden kesinleşecek haber ve yorumlarıyla başta ABD olmak üzere dünya kamuoyunu biçimlendiriyordu.
Bizde de ”Judith yazmışsa doğrudur” diye yalancı şahitlik yapan kalemler bile çıkmıştı.
Kendisini hapislere düşürecek, NYT’tan uzaklaştırılmayla sonuçlanacak bir sürecin içine kimler tarafından nasıl itildiğini anlatmak üzere anılarını geçen yıl (kitaplaştırdı Judith Miller: ‘The Story: A Reporter’s Journey’ (‘Hikâye: Bir Muhabirin Yolculuğu’)…
382 sayfalık kitabın paragrafları arasında dolaşırken bir hayli eğlendiğimi söyleyebilirim.
ΩΩΩΩ