Dün ‘dostları çoğaltma’ müjdesinin yol verdiği gelişmeden en olumlu etkilenecek meslek grubundan bir işadamıyla sohbet ediyordum.
2016, kayıp yıl olmuştu o ve onun iş alanındaki insanlar için; umutları ayaklanmış olsa bile 2017’den de büyük bir beklentisi yoktu.
AK Parti’ye fazla bir sempatisi olmadığını biliyordum, ama sohbetimiz sırasında çareyi aynı çizgideki politikalarda aradığını sezdiriyordu yine de.
Nasıl olduysa oldu, söz farklı bir partinin iktidarı kazanması ihtimaline gelince, şu şaşırtıcı soruyu yöneltti işadamı: “Siz AK Parti’nin seçimde büyük bir yenilgiye uğrasa bile iktidarı terk edeceğini sanıyor musunuz gerçekten?”
Cevabımı yazayım: “Yenilen bir partinin, AK Parti gibi kendisini 2071’e kadar iktidarda kalacak biçimde konuşlandırmış bir parti bile olsa, böyle bir şey yapabileceğine siz sahiden inanıyor musunuz?”
Gerçekten buna inanıyormuş…
Şaşırtıcı senaryo dün sohbete taşındı, bugün ise, bir gazetede, “Fehmi Bey’in tavsiyelerine uymayanın kazandığı tecrübeyle sabittir” tezini işleyen bir yazıyla karşılaştım.
Ben, 7 Haziran seçimi sonrasında AK Parti’ye, “CHP ile koalisyon kurun, sakın erken seçime gitmeyin, 7 Haziran seçim sonuçlarını da ararsınız” demişim, sonucu görmüşüz. Şimdi de önü kesilmek istenen Meral Akşener için, “Tayyip Erdoğan’ın önü kesilmek istendi de ne oldu?” diye soruyormuşum.
Eh, bu durumda benim tavsiyeme uyulursa… Yine kaybedilirmiş…
Kaybetmeye alışığımdır ben.
Ama bir dakika…
Düşünün, artık kullanabileceği platform olarak yalnızca kendi adını taşıyan bir internet sitesi bulunan ve toplamda 50 bin kadar bir okur kitlesine ancak ulaşabilen biriyim ben. İki gazete köşesinde yürütülen ağız dalaşı sırasında, hem de hiç yeri değilken,“Tavsiyesini dinlemeyin” tarizine muhatap oluyorum diye sevineyim mi, yoksa ne günlere kaldığımıza hayıflanayım mı, bilemedim.
Türkiye, bugün, iktidardaki partinin seçimde büyük kayıplara uğrasa bile devleti elinden bırakmayacağına insanların ciddi ciddi inandığı bir ülke olmuş…
İktidar partisiyle arasında doğrudan irtibat kurulabilen yazarların “Bölgenin tarihini Batılıların değil yeniden bizim yapacağımız, bazılarınınsa buradan defolup gitmeleri” muhabbeti açtıkları bir ülke…
Bu muydu AK Parti’nin ülkeye vaad ettiği?
Açalım bakalım, partinin kuruluş beyannamesine… Kurulan ilk hükümetin programına bakalım… Tayyip Erdoğan başta olmak üzere partinin kurucu babalarının 2013 yılına kadar sürdürdükleri söylemi mercek altına alalım…
Hep birlikte yaşamaktan, demokratik hak ve özgürlüklerden söz edildiğini göreceğiz bütün metinlerde…
Neye itiraz ediyorduysa AK Parti aynı dönemde, toplumun her renginden insanlar da onların itiraz edilmeyi hak eden konular olduğunu biliyordu; bazıları itiraf etmeseler, hatta karşı çıksalar bile, içten içe kendilerinin yanlışta olduklarını biliyorlardı.
İki seçim arası görüşlerim
Tavsiyemin dinlenmemesi için ‘gerekçe’ sayılan görüşümü özetleyeyim: 2015 yılında yaşanan 7 Haziran seçiminin sonucu, AK Parti tabanının hayal kırıklığını yansıtıyordu; tıpkı 1 Kasım seçimi sonucunun muhalefet partileri tabanlarının hayal kırıklıklarını yansıttığı gibi…
İlk seçimin (7 Haziran) sonucu, şimdi de koruduğum görüşüme göre, –tek başına hiçbir partiye iktidar olma şansı tanımayarak– kopmaya başlamış toplumsal bağları onarmaya yarayacak bir fırsat sunuyordu taraflara:
Muhalefet partileri, karşısında birleşip onu dışarıda bırakarak hükümet kurabilseler, AK Parti muhalefete düşmesini kuruluş felsefesine dönüş amacıyla verimli kullanabilir… Yok, AK Parti illâ iktidarda kalacaksa, bunu, HDP, CHP veya MHP ile –bu sırayla– gerçekleştirdiğinde, böyle bir zoraki birliktelik de ülke için nefes alma aralığı olabilirdi…
AK Parti ile HDP’nin hükümette birlikteliği ise, henüz yeniden kan dökülme başlamamış ve ‘çözüm süreci’ şartları devam etmekteyken, ‘Kürt sorunu’ denilen derdimizi sona erdirebilir… CHP ile birliktelik tercih edilir ise, o koalisyon, sonunda, CHP’li tabanın ‘endişelerini’ giderebilirdi…
Görüş efendim, arada 1 Kasım seçimi büyük başarısı yaşandığı halde, hâlâ “Keşke dinlenseydi” diye dövündüğüm görüşüm…
Sevinen sevinsin…
O dönemde kaleme aldığım yazılara yansıyan ‘iyimser’ görüşlerim istikametinde ilerlememiş ise siyasi zemin, ikinci seçimle iktidarını koruyan AK Parti’nin şimdiki kadrosu sevinebilir elbette…
Döneme ilişkin yazılarımı bir cümleyle özetleyebileceğini sanan yazar
seviniyor besbelli…
Ne yazık ki, ben, AK Parti için düşündüğüm zaman da, onun kadar sevinemiyorum.
Sebebini şimdiye kadar tam açıklayamamışsam şunun üzerinde düşünülsün isterim: AK Parti şimdilerde ‘dün dündür, bugün ise bugün’ noktasına geldi; o noktaya gelenlerin durumları pek iç açıcı olmamıştır siyasi hayatımızda…
‘Kabahat samur kürk olsa, kimse onu sırtına almak istemez’ demiş atalarımız; oysa, içinde yer alanların ortak sorumluluk alanıdır iktidar…
Görüntü değişikliği ihtiyacı duyulduğu için, ömrü sadece 18 ay sürmüş bir başbakana, “Güle güle” denildiğini ne çabuk unuttuk?
Başbakan Binali Yıldırım, her gün, çevre medyadan gelen güçlü itirazlara rağmen, yılmamacasına, “Dostları çoğaltacak, düşmanları azaltacağız; yurtdışında biraraya gelemeyeceğimiz ülkelerle bunu yaparken içimizde farklı mı davranacağız?” yollu müjdeler verip duruyor.
2015 yılının başından sonuna kadar ben de bunu söylemeye çalışıp durdum.
Keşke, Başbakan Yıldırım, sohbet ettiğim işadamının seslendirdiği, “Bunlar kaybetse de gitmez” endişesini ortadan kaldırmak için de birkaç söz etse…
‘Başbakan’ sıfatıyla Tayyip Erdoğan, geçmişte defalarca o teminatı vermişti zaten…
ΩΩΩΩ