You are currently viewing <strong>Bugün nostalji günüm.. Zihnim beni geçmişe yolculuğa çıkardı, günümüze hayıflandım</strong>

Bugün nostalji günüm.. Zihnim beni geçmişe yolculuğa çıkardı, günümüze hayıflandım

Yaşı müsait olan İstanbullular hatırlayacaktır. Gazetelerin neredeyse tek haber alma mecrası olduğu yıllarda, hemen her gazetenin erken baskıları Taksim’de tezgah açmış seyyar bayi tarafından akşam saatlerinde satışa sunulurdu. Daha o gün bitmeden ertesi günün gazetesini okumak mümkün olurdu.

Gazetelerin meraklılara bir akşam önceden ulaşan nüshalarına ‘meyhane baskısı’ denilirdi; daha çok gece hayatını sevenler tarafından satın alındıkları için…

O erken baskıların en meraklı müşterileri ise rakip gazetelerin yöneticileriydi. Gazeteler tezgaha düşer düşmez bir eleman hepsinden birer nüshayı satın alır, hemen haber merkezine ulaştırırdı. Gece haber müdürü kendilerinin atladığı haberleri rakiplerin erken baskılarından alır, metne takla attırarak şehir içi baskılarda kullanırdı.

Rekabet halindeki gazetelerin hepsi aynı şeyi kendileri de yaptıkları için yapılana kimse ses çıkartmazdı.

Ta ki, rekabetin dehşetli bir hal aldığı Özal’lı yıllara kadar…

Bazen Hürriyet, bazen de Milliyet veya Sabah‘ın rakiplerini geçerek 1 milyonun üzerinde satışa ulaştığı yıllar…

Doğal olarak haber atlatma da olağanüstü önem taşıdığı için ilk alınan tedbir ‘meyhane baskısı’ uygulamasına son vermek oldu. 

Onunla da kalmadı gazeteler, rakipler erken baskıyı matbaadan çalmasın diye özel tedbirler de aldılar.

Yine de her gazete rakiplerinin erken baskılarını elde etmenin bir yolunu bulurdu.

Haber atlatma önemli olduğu için de, haberin olduğu yere haberci akını yaşanır, öyle durumlarda, en ayrıntılı ve farklı haber ile fotoğrafı hangi gazetenin okurlarına sunacağı konusunda rekabet edilirdi.

Orhan Veli’nin Levent Yüksel tarafından da şarkılaştırılan ‘gecekondu’ şiirinin nakaratında olduğu gibi, yazımın burasında sizler de, “Geç bunları, anam babam geç bunları” diyorsanız hiç yadırgamam.

Yadırgadığım mesleğimizin şu anki durumu.

Katar’da devam eden dünya kupası karşılaşmalarını izlerken zihnimden geçmişe dönük bu hatıralar geçti. 

Sebebi şu: Maçların oynandığı stadların taç çizgisinin yanı başı foto muhabirlerine ayrılmış. Saymaya kalktım, en az 100’den fazla kamera önemli pozisyonları kaçırmamak üzere hazır bekliyor. Dünyanın dört bir tarafından gelen foto muhabirleri en canlı fotoğrafı yakalamak amacıyla birbirleriyle tatlı bir rekabet halindeler…

İçlerinde acaba bizim gazetelerin muhabirleri var mıdır?

Ne dersiniz, var mıdır?

Bizimkiler ajansın gönderdiği ertesi gün her gazetede kendisine yer bulacak fotoğrafları kullanmakla yetiniyorlardır.

Oysa gazetelerin spor sayfaları önemlidir. O sayfaları hazırlayanlar ile o sayfalarda yazanlar her spor olayını bizde de yerinde izlerlerdi. Spor yazarlarının meslek anıları arasında en değerli yeri, haber atlatmaya çalışarak izledikleri uluslararası karşılaşmalar teşkil eder.

Aynı durum dış politika veya diplomasi muhabir ve yazarları için de söz konusuydu.

Bugün artık kimse yerinden kımıldamıyor. İstemedikleri veya tembel oldukları için değil, gazeteler olayları yerinde izlemeyi gerekli görmedikleri, seyahat masrafını lüzumsuz buldukları için…

Spor ve diplomasi bir yana bu durum siyaseti de ilgilendiriyor.

İstanbul’un merkezi İstiklal Caddesi üzerinde patlayan ve 6 can alan bomba sonrasında iktidar ile muhalefetin atışmalarını takip ediyorum. İki taraf da birbirini suçluyor. Muhalefet iktidarın tezlerini, iktidar da muhalefetin gündeme taşıdığı soruları beğenmiyor.

Peki de insanlar gerçekleri nasıl öğrenecek?

Doğal olan, bu soruya, “Medyadan öğrenecek” cevabını vermektir.

Gazeteci milleti yapılan açıklamaları ve gündeme taşınan sorularla ifade edilen iddiaları çalıştıkları gazeteler ve televizyonlarda haberleştirecek, ancak işi orada bırakmayıp gerçeğin peşine düşecektir. 

Gerekirse terör eylemini gerçekleştiren kişilerin geldikleri yere giderek. 

Açıklamalarda ifade edilen ayrıntıları bir de yerinde araştırarak…    

Katar’daki bütün dünyanın yoğunlaştığı önemli olayda da, maçları izlemekle yetinmek zorunda kalıyoruz. Bu yüzden muhtemelen yarınları etkileyebilecek pek çok ayrıntıyı gözden kaçırmamız işten bile değil.

Spor denilip geçilemez. Futbol zaten yalnızca futbol değildir.

ABD, Richard Nixon başkan seçilene kadar, Çin’le ilişkileri sıfır bir ülkeydi. Çin’e uzun yıllar boyunca çetin yaptırımlar uyguluyordu ABD. Muhafazakar Nixon Sovyetler’e karşı Çin’i yanlarına çekmenin daha akıllıca olacağına karar verdi; önce danışmanı sonra da dışişleri bakanı yaptığı Henry Kissinger’in yönlendirmesiyle..

Washington’un daha ılımlı bir çizgiye niyetli olduğunu fark eden Pekin, Amerikan masa tenisi milli takımını dünya şampiyonu kendi takımıyla müsabaka yapması için davet etti; Washington ambargoya rağmen gitmelerine izin verdi. Masa tenisçiler gelecek diye olayı izlemek isteyen yedi Amerikalı gazeteciye hemen vize verdi Çin. 

Bu gelişme üzerine ABD Çin’e uyguladığı ambargoyu kaldırdı (14 Nisan 1971).

[Bu olaya ‘ping pong diplomasisi’ adı verildi.]

Yabancı ülkeden ve çok eskiden örneğe lüzum yok. Türkiye de sporu diplomasi aracı olarak Suriye’ye karşı kullanmamış mıydı?

Halep’te yeni inşa edilen Olimpiyat stadının hizmete alınacağını öğrenen Türkiye o vesileyle lig şampiyonu Fenerbahçe’nin Suriye şampiyonu El-İttihad takımıyla dostluk maçı yapmasını önerdi. 2007 yılı nisan ayının ilk günü yapılan maça başbakan Tayyip Erdoğan ve eşi ile birlikte birkaç bakan da gitti. 

İki ülke arasındaki -sonradan bozulan- iyi ilişkiler o maçın ardından filiz verdi.

Daha önce de, 1957’de, Suriye sınırına askeri yığınak yapıldığı, savaşa ramak kaldığı ihtilaftan sonra bozulan ilişkilerin yeniden olumluya dönmesi için de, yine Fenerbahçe’nin, 1961 yılında, bir dostluk maçı için oraya gitmesi gerekmişti.

“Futbol yalnızca futbol değildir” denilmesinin bir sebebi de bu tür olaylar işte…

 Katar’daki turnuva da şimdi fark edilmeyen bazı yeni gelişmelere sahne oluyordur; olduğuna adım gibi eminim.

Araştırıp bulduklarımı sizlere de aktarırım.

ΩΩΩΩ