Azınlıklarına iyi davranılmayan, en ufak bir olağanüstülük durumunda orantısız şiddete başvurulan, toplumsal gösteriler sırasında polisinin acımasız davranabildiği ülkeler herhalde sayıca az değil.
Bunlar arasında insan hakları, demokrasi ve hukuk devleti olma iddialarına toz kondurmayan Batı ülkeleri de var.
‘Sarı yelekliler’ hareketlenmesinde Fransız polisinin nasıl davrandığını gördük.
Almanya’da ‘dönerci cinayetleri’ adı verilerek sanki Türkler arası bir iç-hesaplaşmaymış gibi sunulan cinayetlerin devletin istihbarat örgütlerince eylemlerine göz yumulan bir ırkçı grubun işi olduğu neden sonra ortaya çıktı; ‘hukuk devleti’ iddialı Almanya o kanlı eylemlerle yüzleşmeyi bir türlü başaramıyor.
Örnekler çoğaltılabilir.
Yanlış var, yanlış var…
Batı’dan bulunacak bu tür örnekler hem bunların yaşandığı ülkelerde hem de başka ülkelerce pek eleştirilmiyor; görevini haksızlıkları sergilemek olarak belirlemiş uluslararası kuruluşlar ile sivil toplum örgütleri de konunun üzerinde fazlaca durmuyor.
Türkiye’de benzer olaylar yaşandığı zaman ise, Avrupa Birliği, Avrupa Parlamentosu, Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi gibi kurumlar ile insan hakları alanında çalışan uluslararası sivil toplum örgütleri ayağa kalkıyor, ABD ve BM aleyhte raporlar yayınlıyor.
Neden?
İçimizden bazıları, daha çok da iktidar politikacıları ile iktidar partisinin itibar ettiği medyanın yazar ve yorumcuları, bu çelişkili duruma sık sık işaret etmekten kendilerini alamıyorlar. Tabii bu çelişkiden Türkiye’de yaşananlara hak çıkartmayı da unutmayarak…
Oysa bazen veya ara sıra gibi belli bir olaya veya zamana ait olan istisnai yanlış durumlar ile sürekli yapılan yanlışlıklar arasında fark olduğunu görmemiz gerekiyor.
Süreklilik arzeden yanlışlıklarımız yüzünden eleştiriliyoruz; bunu görelim artık.
Dışarıdan ülkemize bakanların yönelttiği en ciddi eleştirilerin başında hukuk alanında süreklilik kazanan uygulamalar geliyor.
Gözaltının otomatik tutukluluğa, tutukluluğun da yargılanmadan cezalandırılmaya dönüştüğü eleştirisi sözgelimi…
Tutukluluğu bir yılı aşan, ancak yargılanacağı davanın iddianamesi yazılmadığı için hala ne ile suçlandığını bilmeyen insanların varlığı da eleştiriliyor.
Cezaevlerindeki aşırı doluluk, ‘gazeteci’ kimliği tartışmasız insanların yazdıkları veya söyledikleri yüzünden yargılanmaları da eleştirilere konu oluyor.
Yakın tarihimizin en vahim olayı 15 Temmuz (2016) uğursuz darbe girişimi, 250 insanımız o olay sırasında hayatlarını da kaybettiği halde, yukarıda bir bölümünü sıraladığım türden yanlışlıklar yüzünden, dışarıdan ülkemize bakıp görüş açıklayanlar tarafından doğru değerlendirilemedi.
Konunun üzerinde durulmayı hak eden en önemli yönlerinden biri de, yanlış uygulamaların getirdiği yanlış görüntünün ülkemizle ilgili yanlış değerlendirmelere yol açması ve bunun da her alanda önümüze engeller çıkarmasıdır.
Ülke ekonomisi bile bu durumdan olumsuz etkileniyor.
Terbiye noksanı birileri “Türkler Kürtleri yok etmeye hazırlanıyor, bunu yapmaya kalkarlarsa ekonomilerini mahvederiz” türü yavelerini böyle bir zeminde ülkemize karşı sarf edebiliyor.
Geleceğine umutla bakmak isteyen, ülkesinin sürekli eleştirilmesinden rahatsızlık duyan nitelikli insanlarımızı ‘beyin göçü’ furyasıyla bedavadan başka ülkelere kaybetmemiz de cabası…
Yargı üzerinde yoğunlaşan eleştiriler yüzünden dışarıdan gelmesini arzu ettiğimiz sermayeyi çekemediğimiz gibi, daha önce gelmiş olanlar ve hatta yerli sermaye bile tereddüde düşüyor, ülkeden kaçmanın yollarını arıyor.
Gerçeği görmezsek işimiz zor
Anlamakta zorlandığımız dünya gerçeğini hatırlatayım:
Dünyada bir otomatik olarak ‘demokratik, insan haklarına saygılı, hukuk devleti’ tanımına uygun bilinen ve bazen yanlış yaptıklarında neredeyse görmezden gelinen ülkeler var; bir de benzer iddiaya sahip olsalar bile aynı yanlışlıkları sürekli yaptıkları için ‘demokratik, insan haklarına saygılı, hukuk devleti olma’ iddiaları ciddiye alınmayan ve eleştirilere muhatap edilen ülkeler…
Türkiye bir süredir bu ikinci grupta görülüyor ve öyle de değerlendiriliyor.
Bu durumdan memnun muyuz?
Memnun olanlar var. Bıraksanız, aynı yanlışlıkları katmerli hale getirmekte tereddüt etmeyecek bazı siyasiler ile onlara malzeme teşkil edecek tarzda yazılar ve yorumlarla kamuoyunun karşısına çıkan dönemin ‘itibar gören’ isimleri eksik değil.
Galiba artık bir karara varmak zorundayız: Anayasada da yer verilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin temel niteliklerine samimiyetle sadık kalarak, ara sıra yanlış yapılan bir ülke olmaya mı çaba göstereceğiz, yoksa kendimize demokrat, insan haklarını farklı yorumlayan, hukuk devleti yerine yargı devleti olmayı benimseyen ve bu yüzden sürekli yanlışlara açık bir ülke mi olacağız?
İkincisi olmayı benimsersek başkalarının eleştirilerinden bunalmayı da göze almak zorundayız; bunu asla unutmayalım.
Benim tercihimin ne olduğu belli: Daha az değil daha fazla demokrasiden, insanı insan olduğu için doğuştan gelen haklara sahip bilen ve adaleti mülkün temeli gören bir anlayıştan yanayım.
Evrensel kavramları kendimize göre yeniden tarif edip haklı çıkmaya çalışmaktan artık vazgeçmeliyiz.
Zor mu? Hiç de zor değil.
ΩΩΩΩ