Muhaliflerini susturmaya çalışanlar değil, muhaliflerine kulak veren iktidarlar kazanır…

55
Reklam

Herkes ülkesinin daha iyi olmasını ister. Sonuçta, doğup büyüdüğünüz, ailenizi kurduğunuz/kuracağınız, ekmeğinizi kazandığınız/kazanacağınız bir ülkede yaşıyorsunuz; kim ülkesinin kötülüğünü ister ki?

Konumu gereği muhalif olması beklenenler bile muhalefetlerini ülke daha iyi olsun diye yaparlar.

Demokrasiler ve diktatörlükler

Zaten demokrasilerde bugün iktidarda olup ülkeyle ilgili kararları alanların ilelebet aynı durumda kalmayacakları bilinir; bugünün muhalifleri yarın/öbürgün iktidar olacaklarını bilir ve ona göre hareket ederler.

Esas sorun, iktidarların hiçbir zaman ve hiçbir biçimde değişmediği/değiştirilemediği diktatörlüklerde yaşanır.

İktidara gelme umudunu yitirenler çaresizlik içerisinde yapmamaları gerekenleri yapmaya başlar çünkü.

Yönetimde bulunanlar da çaresizlerin çıkışları karşısında ne yapacaklarını şaşırır, onlar da yapmamaları gerekenleri yapmaya başlar.

Öyle ülkelerde rahat, huzur kalmaz.

Reklam

Belarus’ta olanlar bunun en çarpıcı örneği.

Ülkeyi 26 yıldır yöneten başkan, Alexander Lukashenko, karşısına çıkabilecek muhtemel adayları saf dışı bırakarak gittiği son seçimde, eşi çocuklarıyla birlikte ülkeyi terk etmek zorunda kalmış bir kadının rekabetiyle karşılaştı.

Lukashenko’nun seçimden yüzde 83 oy alarak beşinci kez başkanlığa seçildiği ilan edildiğinde, muhalefet, bu sonucun hile ile alındığı tepkisini vererek sokaklara döküldü. Belarus’ta bir aydan uzun süredir sokaklar hareketli. Ülkede olağanlık sona erdi. Kimse işiyle gücüyle uğraşmıyor. Halk sokaklarda, güvenlik güçleri de sokaklara taşan kalabalıkları zapturapt altına almaya çabalamakla meşgul.

Devlet başkanı ciddi muhalefeti bastıramayınca Rusya’dan yardım istedi.

Tabloyu görüyor musunuz?

İktidar sevdası ülkeyi rahat ve huzurdan uzaklaştırdı. ‘Avrupa’nın son diktatörü’ unvanı ile anılan devlet başkanı, koltuğunu kaybetmemek için, yabancı bir gücün koltuğu altına sığınmayı göze alabildi.

Avrupa’da oluyor bu.

İktidar iktidarlığını, muhalefet demuhalefetini yapsın

Reklam

Bu girişi ülkemizle mukayese edip durumumuzu doğru değerlendirmemiz için yaptım.

İktidar iktidarlığını, muhalefet de muhalefetliğini ülkenin rahat ve huzurunu koruyarak yapabiliyor; bu Türkiye’nin en büyük gücü.

Zaman zaman iktidar muhalefetin de kendisi gibi davranmasını istemiyor değil. Meclis’te az sayılamayacak milletvekiliyle temsil edilen bir muhalefet partisinin (HDP) kapatılması istenebiliyor. Ana muhalefet CHP’den yükselen eleştirilere milyonluk davalar açılabiliyor. Muhalif cephede yer alan bir partinin (İYİ Parti) kendisini feshederek iktidar cephesine geçmesi davetinde bulunulabiliyor.

Yanlış tavırlar bunlar.

Bazen bu tavırlar bağımsız kalması gereken toplumsal yapıları iktidarın kontrol etmesini sağlayacak tedbirler alınmasına kadar varabiliyor.

En son Türk Tabipleri Birliği’nin kapatılması talebi, daha önce baroların ideolojik kimliklere göre bölünmesini sağlayacak yasal düzenleme her yanlış davranış kalıpları içerisinde sayılabilir.

Gereksiz şeyler bunlar.

İktidar nasıl her ülke için vazgeçilmez ise, her ülkenin muhaliflere de ihtiyacı en az o kadar vazgeçilmezdir. Siyasette ve toplumsal alanda muhalefetin varlığı demokratik bir ülkenin olmazsa olmazıdır.

Akıllı iktidarlar muhaliflerinin varlığından da yararlanırlar.

Türkiye’nin canını sıkan bazı tasarruflar yaşanıp ittifak ilişkisi içinde bulunulan ülkelerin yönetimlerine “Neden?” sorusu yöneltildiğinde gösterilen gerekçe hep siyasi dengelerin muhalefeti de söz sahibi yapması olmuyor mu? Donald Trump Türkiye’nin parasını da ödediği F-35 uçaklarını göndermeme sebebi olarak Kongre’yi gösteriyor. AB ile takışmalarda da üye ülkeler arasındaki görüş farklılıkları önemli roller oynuyor.

Akdeniz’in doğusu ihtilafında Avrupa’dan Türkiye’ye yönelik tehditler bu durumun son örneği. Avrupa’nın büyük ülkeleri Türkiye’yi zorlayacak yaptırımlardan kaçınma eğiliminde; buna karşılık başkanı halkını ezen Belarus’a en ağır yaptırımlar kapıda. AB’nin en küçük üyesi Kıbrıs Rum kesimi, “Türkiye’ye ağır yaptırımlardan vazgeçilirse ben de Belarus’a yaptırımlara karşı çıkarım” diyebiliyor.

Oybirliği sağlanmadan karar alınamıyor AB’de.

Bu tabloya bakıp Türkiye olarak bizim de muhalefetin değerini takdir etmemiz şart.

İktidarın ara sıra da olsa muhalefetten gelen görüş ve telkinlere kulak vermesi de…

1960’ların başında, Soğuk Savaş’ın en dondurucu döneminde, Küba yüzünden Rusya ile takışan ABD, Castro’yu yerinden etmek için bir çıkartma harekatına girişirken, muhalefetin itirazlarını önlemek amacıyla bunu gizlilik içerisinde planlamış, haberdar olan basının yayınlarını da ‘devletin güvenliği’ gerekçesi ardına sığınarak engellemişti.

Operasyon ABD için felaketle sonuçlandığında, ABD başkanı John F. Kennedy, “Keşke uyarılsaydık” diye hayıflanmıştı.

Felakete uğramamak için burnunun dikine gitmemek, muhaliflere kulak vermek de önemlidir.

Özellikle de içte ve dışta daha önce pek görülmemiş yeni girişimler ve onların getirdiği sorunlar söz konusuysa…

Bugün bizde olduğu gibi.

En başta söylediğimi bir kez daha tekrarlayayım: Herkes ülkesini sever, muhalif bilinenler bile…

Bunu bilerek adımlar atılırsa iyi olur.

ΩΩΩΩ  

Reklam

55 YORUMLAR

  1. Hepimizin “modernlik” dediğimiz şey üzerine daha çok kafa yorması gerektiği kanısındayım, sayın Mim. Hem laik-modernleşmeci seküler zihnin, hem de siyasal İslamcı zihnin kavramakta zorluk çektiği bir deneyim “modernlik” dediğimiz deneyim.

    Ayndınlanmacı-seküler zihin, toplumdaki ‘merkez kaç sapmalar’ın (arzu edilmez bulunup ‘irtica’ olarak yaftalanan dindarlık, gelenek, Kürt milliyetçiliği gibi ‘gayrı meşru’ milliyetçilikler vs.) seküler yöneticilerin iktidarında, özellikle kültürel alanın kontrolü, seküler eğitim ve resmi tarih anlatısı aracılığıyla zaman içinde sönümlendirileceğini, toplumda okur yazarlık arttıkça bu tür sapmaların gerileyeceğini varsayar.

    Bunun böyle olmadığının sayısız örneği var. Daha önce İran’ın deneyimine, yarım yüzyılı aşkın uzun dönemler boyunca dinin yasaklanmış olduğu Sovyet Rusyası ve Komünist Polonya deneyimlerinin ardından bugün bu iki ülkenin dindarlığın en koyu yaşandığı Avrupa ülkeleri olduklarına işaret etmiştim. Türkiye’nin bir asırlık deneyimi de dikkate değer bir örnek olarak bunlara eklenebilir.

    Laik-aydınlanmacı zihin gibi, siyasal İslamcı zihnin de göremediği şey şu: Modernlik, iki yüzlü, çelişik bir deneyim: Bir yandan tüketim arzusu ve haz taleplerini kışkırtıp tüketim ve hazzı bireyin hayatının birincil arzusu kılan gündelik yaşam pratikleri ile dindarlığın ve geleneğin altını oyuyor modernlik. Seküler-aydınlanmacı eğitimin dindarlığın alanını darlatmaktaki etkisi, imrenilesi bir otomobilin direksiyonunda oturmak, prestijli tatil yörelerinde dünya mutfağının gizemli ve merak uyandırıcı lezzetlerini deneyimlemek arzusu yanında solda sıfır kalır.

    Dindarlığın alanını daraltan, eğitim, kültürel alanın laiklerin egemenliği altında tutulması değil, işte dile getirmeye çalıştığım böylesi “budünyacı” hazlar, beklentiler, tüketim kapasitesi ve haz talepleridir. Bu bağlamda, Erdoğan’ın sabah kahvaltısının değişmez içeceğinin ejder meyvesi suyu, eşinin kolunda taşıdığı çantanın çok pahalı marka bir el çantası olması, tesettür firmalarının seküler moda giyim sektörü ile aynı podyum merkezlerinde boy göstermeleri, tarikat ve cemaatlerin birer holding haline gelmesi, hemen hepsinin kendi telefon servisine (müşteri ilişkileri hattı diyelim) sahip olması vs. şaşırtıcı değildir.

    İnsanları sekülerleştiren şey, Atatürkçü ya da Aydınlanmacı eğitim vs. değil, işte bu tüketim ve haz arzusudur. Modernlik, onu ima eden budünyacı tüketim ve haz talepleri, dinin içini boşaltır. Onu laçka ve lumpen bir “dindarmış gibi yapma” pratiğine indirger. Dindarlığın simgeleri (başörtüsü, AK Parti üyelik kartı, Gülen Cemaati’ne yakınlık vs.) bu dünyanın nimetlerinden yararlanmada kapı açan birer araç haline gelir.

    Bu, modernliğin, dindar-muhafazakar aydınların da ıskaladıkları bir yüzü.

    Modernliğin, bu birincisi ile çelişki içinde görünen ikinci bir yüzü daha var: İnsanı insansızlaştıran, duygudan ve ahlaktan uzaklaştıran yanı, özellikle büyük metropollerin hızla akan, yorucu, zihin bulandırıcı, yabancı, tehditkar gündelik yaşam ritminde, bir yalnızlık duygusunu da kamçılar. Güven duyulmaz akaraba, eş-dost ilişkileri, para ve çıkar ilişkilerinin her şeyi sarmalına almış görünmesi, hem yalnızlık, güvensizlik duygusunu derinleştirir. İnsanlar, hayatın anlamının ne olduğu konusunda bir belirsizliğe, kafa karışıklığına sürüklenirler. İnsan hayatı, ona istikrarlı ve ikna edici bir anlam bahşedilmeden sürdürülemez. Modernlik, tüketim ve haz manyaklığı içinde yorgun düşen ve “duygu” dediğimiz deneyimle bağı iyiden iyiye zayıflamış insana, bir kimlik sunarak o sıkıntısının üstesinden gelebilme umudu vaad eder: Laik-seküler mahallede pıtırak gibi türeyen fedakarlıkçılık (alturizm), sokak hayvanlarına sahip çıkma, uzak doğu din ve felsefelerine merak, çevrecilik vs. bunun bir görünümüdür. Diğer görünümü, muhafazakar mahalledeki cemaatlerdir.

    Tüketimden ve tüketim nesnelerinin hazzından yoksunlaştırılmış (ya da bu olanağı iyiden iyiye darlatılmış) yoksul yığınlar için, modernlik özellikle ürkütücü ve tehditkardır. Ve, bunların da bir “anlam” talebi vardır hayattan. Kürt milliyetçiliğine böyle bir pencereden de bakmak gerekir, tıpkı İstanbul’un caddelerinde laiklerin pek bir ürkütücü bulduğu geleneksel dini kıyafetleri içinde dolaşan cemaat müritleri gibi.

    Tüketim ve hazcılık, para ile mümkündür. Laik-aydınlanmacı bir birey misiniz? Şu halde orta öğretim ve lise kitaplarına, hemen tüm yazarların, tiyatrocuların, sinemacıların vs. laik, solcu, bilmem ne olduğuna güvenmeyecek, insanları paraya boğacaksınız. Kıyak bir arabanın başına kurulabilen, yılda bir hafta için de olsa bir Akdeniz ya da Ege beldesinde tatile çıkabilen insanlar ne siyasal İslamcılığın, ne Mustafa Kemal’in askeri olurlar, ne de dağa çıkıp eline silah alırlar.

    Zengin Batı Avrupa ülkelerinde nüfusun üçte birini dinsiz kılmış olan şey, tüketim ve haz olanağına sahip olma halidir. Yarısı gidip oy kullanma zahmetine bile girmez. Bizler güne siyasetle başlayıp günü siyasetle bitirir görünürken, onlar kişsel merak ve hobilerinin, yaz tatili işçin program yapmanın, hangi restorandaki lezzet ve hizmetlerin hangisinden iyi olduğunun muhabbeti peşindedir. Modernlik, ekonomik kriz yüzünü gösterdiğinde, daha az tüketip daha az haz olanağı sunan bir hayat standardına doğru geri itildiklerinde, siyasete ilgi duymaya başlarlar.

    Sarıldıkları kimlik de, hayat standartlarının gerilemesinin sorumlusu olarak gördükleri göçmenlere karşı duydukları nefretin iması olan ırkçılık ve yeni-faşizmdir.

    Kürt milliyetçiliğinin önü alınmaz yükselişinin önünü bugün de gündelik olarak tanık olduğumuz beyhude operasyonlarla kesemez, onu daha da güçlendirirsiniz.

    Kürt gencine iş, aş verecek, Kürt şehirlerinde AVM üzerine AVM açacak, ellerine arzu edilir akıllı telefonlar vereceksiniz. Yani, modernliğin kışkırttığı karşı konulmaz tüketim, haz, iyi bir hayat sürme talebi nasıl dindarlığın içini boşaltıp dindarlığı yüzeyselleştirip lıumpenleştirmiş ise, Kürt gencinin düşünce ve duygu dünyasında Kürtlüğü önemsizleştirecek, onu da lumpenleştirip AVM’lere, berber salonlarına salacaksınız. . .

  2. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu geçen hafta katıldığı bir programda Lozan Antlaşması’nı eleştirmiş. Çavuşoğlu, “Meis’i İtalyanlara vermişiz. Onlar da Yunanistan’a vermiş. Yanı başımızdaki adaları vermişiz. Geçmişteki anlaşmaları büyük bir başarı öyküsü diye bize kitaplarında anlatmaya çalıştılar. Ama maalesef işte görüyoruz” demiş.

    Bunlar böyle işte. Adaları İtalyanlara veren Osmanlı Devleti. Fakat hesabı Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlara soruyorlar.

    Buradan Çavuşoğlu’na sesleniyorum. Devlet elinizde, milli savunma sanayiinde yerli-milli oranı yüzde yetmişi geçti diye övünüyorsunuz. Ekonomi de iyi durumdaymış. Eee ne duruyorsunuz alın adaları. Desteklemeyen şerefsizdir.

  3. Şu resmin soldaki sırıtan 15 yıl RTE nin dizinin dibinden ayrılmayan adam,
    sağdaki Reise ters birşey söylersem yüzüme tükürün diyen
    Ortadaki ise kasetle gelen ,ama en yakın destekçisinin bile inanmadığı adamlar değil mi?
    Yahu şimdi bunlar mı muhalif bunların sözünü mü dinleyelim.
    Bir gülme aldı beni.
    Allah iyiliğinizi versin

  4. “Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti Menşeli Bazı Tarım Ürünleri İthalatında Tarife Kontenjanı Uygulanması Hakkında Karar”, Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girdi (20 Ağustos 2020). Buna göre 500 ton taze peynir, 500 ton eritme peynir, 500 ton diğer peynir, bin ton pirinç, 2 bin ton yulaf, 400 ton yerfıstığı, bin ton rep veya kolza tohumları, 5 bin ton ayçiçeği tohumu, 2 bin ton hint yağı tohumu, 2 bin ton susam tohumu, 2 bin ton aspir, 200 ton yağlı tohum, 1500 ton çikolata ve kakao içeren diğer gıda müstahzarları ithal edilebilecek.

    Çikolata ve kakaoyu anladık da peynir ve diğerleri neyin nesi? Venezuela peyniri meyniri ithalatı bana tuhaf gözüktü, bu işin içinde başka bir iş var gibi geliyor bana.

    • Ne oldu Fransa şarabı,Hollanda peyniri olunca sorun yok Venezualla peyniri mi sorun.
      İstersen yasaklayalım tüm ithal peynirleri de Bonjorlerin Şarap peynir hikayeleri yarım kalsın.
      Venezulla ekonomisisine yardım amaçlı yapılan bu hareketin neyini beğenmedin.
      Yok hareketin ne olduğuna değil ,RTE yapınca gıcık oluyorsun .
      Ne çektiniz bu RTE den

      • Benim Fransız şarabı içtiğimi, Hollanda peyniri yediğimi nereden çıkarttınız? Suriyeli mülteciler yetmedi şimdi de Venezuela ekonomisine yardım!
        Ne menfaatiniz var bu RTE’den Sayın Serdar Turhan? Deyin hele!

        • Sizden sizi kastetmedim sayın mim
          Türkiye genelini
          Yetmedi mi dediğiniz Suriye toprakları 1000 yıldır yurdumuz misaki milli sınırlarında
          İstanbul şurada 600 yıllık
          Büyük devlete olmak da böyle birşey
          ABD 10 bin km öteden sınırına müdahale ederse sende ona edersin diyeceğim ama anlamanızı beklemiyorum

          RTE ye gelince ABD,AB,PKK,FETÖ,DHKPC ve bilumum Türkiye düşnanının karşısında olan adamın arkasında olmak şereftir

          • serdar bey bakın ben ilk okul mezunuyum ve siz benim kafamı fena karıştırıyorsunuz. şimdi, Erdoğan ABD’ye karşı, ABD başkanı Trump Erdoğana hayran olduğunu sık söylüyor. Amerikada en ünlü senatörlerden biri CIA’e Trump-Erdoğan ilişkisini soruşturması emrini veriyor, bunu haberlerden okuyoruz. kuşkusuz bir ilişki var ki soruşturulması istaniyor. hadi Suriye ve libyada İsrail için Türkiyenin ABD ile birlikte hareket ettiğini geçtim. siz bunları nasıl izah ediyorsunuz?

          • RTE geçmişte o dediklerinin hiçbirisinin karşısında değildi. 2013’te yolsuzluk operasyonlarından sonra mecburen derin devlete yanaştı (Cemaat Ordu’ya kumpas kurmuş!), 15 Temmuz’dan sonra da paşa paşa takkeli bozkurt yapıldı. 🙂

          • Vah vah ilkokul mezunu tedbiri iyi ilkokul mezunu
            Trump erdoğan’a hayran değil aynı şeyi Putin için de söylüyor.Bu yeni dönemin direk liderleri .Yani düşmanınında merdi olsun derler ya öyle işte.
            İkincş olarak herşey gayet ortadaki Trump ın bir hedefi var ve Penteganonun başka bunlar arasında da sık sık çatışmalar oluyor.
            Bunu sizin gibi bir ilkokul mezunu çok iyi biliyor ama huyunuz kurusun bu tür birbiri ile çelişki gibi görünün detayları tartıştırıp insanları aptallaştırıp “Kral çıplak” dercesine doğruları da bu tartışmalar güm götürmek derdiniz.
            ABD nin sevgili kulunu görmek isterseniz 30 yıldır pensilvenyada dünyaya islamı yaymak için beslediği bir salih zat(!) var.Ona ve müritlerine bakı n yeme içme ve konaklama bedava

  5. Siyaseten muhalefeti anlayabiliyoruz ama baro ve tabibler birliği gibi meslek örgütlerinin hükümete muhalefeti nedir? Batıda bunun bir benzeri var mı? Böyle bir muhalefet varsa ve lüzumlu ise senelerdir ülkemizde marjinal sol grupların elinde olan meslek örgütlerinin kendilerine de içlerinden ve dışlarından muhalefete ihtiyaç yok mu ?

  6. Sn. FKT’nin yorumunda üç cümle çok dikkat çekiciydi :

    Az gelişmiş bir toplumda ;
    Burjuvazisi montaj sanayisine dayalı ve işbirlikçi olmak zorunda.
    Siyasetçiler seçimleri kazanmak için popülist politikalar izlemek zorunda.
    Devlet de milli güvenliği sağlamak için vesayetçi olmak zorunda.

    Bu kısır döngüyü kıracak çözümler üretemez isek korkarım torunlarımız da bizim yaşlarımıza geldiğinde aynı şeyleri konuşuyor olacaklar. Türkiye’nin sürekli bir gelişme içinde olması yanıltmamalı. Ona bakarsan Osmanlı da sürekli bir gelişme içindeydi. Önemli olan diğer gelişmiş ülkeler ile aramızdaki makasın açılıp açılmadığıdır. Görülen o ki makas açılıyor, birşeyler yapmak lazım. Esas ‘Beka’ sorunu budur.

    • Bu üç önermeden üçüncüsü bana sorunlu görünüyor. “Montaj sanayiine dayalı işbirlikçi burjuvazi” ve “seçimleri kazanmak için popülist politikalar izlemek zorunda” olan siyasetçilerden bağımsız, kerameti kendinden menkul, vatanın bekasını ve vatan evladının hayrını gözeten, her yeni güne sabah “iyilik şerbeti” içerek başlayan bir ak saçlı bilge amcalar heyeti mi devlet?

      Burjuvazi işbirlikçi. . .

      Siyasetçisi halkı yanıltıp aldatan popülist politikalar izleyen bir uyanıklar topluluğu. . .

      Ama, endişeye mahal yok.

      Niye?

      Çünkü, bunlardan bağımsız, akıllı ve ulusal güvenliğimizi gözeten bir “iyi ve zeki ak saçlı amcalar heyeti” olaraktan bize kendimizi güven işçinde hissetme olanağı tanıyan bir ‘devlet’imiz var.

      Burada bir tuhaflık var.

      Neredeyse bir asırdır (rakamla 100 yıl) milli güvenliğimizi sağlayan o bilge devletin aklına, montajcı ve işbirlikçi burjuvaziyi adam etmek gelmiyor.

      Milli güvenliğimizi sağlayan o bilge devletin aklına, halkın ve ülkenin yararına olmayacak işler yapıp popülist politikalar izleyen siyasetçilere ve siyaset kurumuna ayar vermek gelmiyor.

      Burada bir tuhaflık yok mu?

      Eğer burjuvaziniz dışa bağımlı (montajcı) ve işbirilkçi (gayrı milli) işe, eğer politikacılar seçim kazanmak dışında pek bir şeyi kaygı edinmeyen bir güruh ise, bu, milli güvenlik ve vatanın geleceği açısından bir tehdit ya da ciddi bir mesele değil midir?

      Sakın kabul edilmek istenmeyen şey, vesayetçi devletin (ordu ve yüksek yargı bürokrasisi), işbirlikçi burjuvazinin, peş para etmez siyaset kurumunun hep birlikte yakın işbirliği içinde bir düzen kurmuşluğu, hep birlikte o düzenden nemalanır olma hali olmasın?

      Sakın vesayetçi devletin “Milli güvenliği sağlıyorum” diye ortaya attığı şeriat tehlikesi, Kürt bölücülüğü türü tehditler, o vesayetçiliği meşru göstermek için ortaya attığı birer balon olmasın?

      Fatih Bey, halkın aklına ve sağduyusuna güvenmiyor.

      Siyasetçilere de güvenmiyor.

      Neye güveniyor?

      Vesayetçi devlete.

      Peki neden devlet milli güvenliği sağlamak için vesayetçi olmak zorunda?

      Çünkü az gelişmiş bir ülkeyiz.

      O zaman hep az gelişmiş bir ülke olarak kalmaya yazgılıyız demektir.

      Niye dükkanı kapatmıyoruz?

      Vesayete ne gerek var ki?

      Verelim üretimi de siyaseti de kafadan ordu paşalarının inisiyatifine olsun bitsin.

      Zaten paşalarımız emekli olduklarında o ‘montajcı ve işbirlikçi’ burjuvazimizin şirketlerinin yönetim kurullarında ağırlanıp nemalandırılmıyorlar mı?

      • “Devletin milli güvenliği sağlamak için vesayetçi olmak zorunda kalması” cümlesi ile sözde derin devlet aklanmıyor. Yaptıkları herşey doğrudur denmiyor. Sadece reel politik bir olguya dikkat çekiliyor.

        İrticai hareketleri bile sosyolojik bir olgu olarak görüp hoşgörü ile yaklaşırken sözde de olsa derin devleti de anlamaya çalışmalısınız.

        Ben sırf bu sözde derin devlete karşı olduğum için 2002-2011 arası AKP’ye oy vermiştim. Fakat artık onları da ciddiye alıp tarafsız değerlendirme yapmakta fayda var diye düşünüyorum. Kestirip atmak, sen de kimsin demek bir çözüm değil.

        • Evet sn.bernar, tamda 2011de sayın fkt de önceden karşı(!) olduğunu söylediği derin devlet yapısına(yani ergenekoncu cuntaya karşı) empatik bir sempati belirivermiş kendisinde… sen hala bu iktidara ergenekoncu/avrasyacı cart curt diyen bu eleman gibi hükümetimize sövüp sayadur! Kim kiminle kucakkucağaymış, fetöcüsü ergenekoncusu alayınız chpye toplanmış, hala siyasi ayak arayadurun…

          • Uydurma! Sözde derin devlete sempati duyduğumu nerede yazmışım? / Sizden beklediğimiz, Türklerin asıl dininin Şamanizm olduğu ve katil Churchill olmasaydı Hitler’in Avrupa’yı nasıl birleştireceği hakkındaki derin bilgilerinizle bizleri aydınlatmanızdır.

        • Türkiye’ye ve dünyaya iki farklı zihniyet içinden bakıyoruz, Fatih Bey. Son yorumunuzun son cümlesi yeterince açıklayıcı:

          “Çıkış noktası ; milli (ulusal) üst akıl yapılanması ve eğitim sisteminde devrim olabilir.”

          Otoriter zihniyet, özellikle az gelişmiş ya da geri kalmış olduğu söylenen ülkelerde, toplumsal sorunların üstesinden ancak “milli (ulusal) üst akıl yapılanması” ve eğitim sisteminde köklü ya da devrimci bir dönüşüm/dönüştürücülük sayesinde gelinebileceğini varsayar. Sizin bu önermeniz, otoriter bir ideoloji olan Kemalizmin, kusursuza yakın bir özetidir.

          Demokrat/çoğulcu zihniyet, insanlığın “modernite” dediğimiz serüveninin hem tarihsel, hem de entelektüel izini sürdükten sonra, toplumsal meselelerin, ancak “ortak akıl”, özgür bir düşünce ortamında müzakere, oy verme eyleminden çok daha başka bir şey olan “demokratik katılım” aracılığıyla “ortak bir kader birliğinde buluşma” ile çözülebileceğini düşünür.

          Paranın, bireysel ve sınıfsal gücün her şeyi belirlediği gerçek hayatta hiçbir karşılığı olmayıp salt bir zihnisel tasavvur ürünü olan “milli bir üst akıl yapılanması” türü beklentileri kökünden reddeder.

          “Milli bir üst akıl yapılanması”nın olabilirliğine inanıp böyle bir üst akıl yapılanmasından medet ummak ve başkalarına da medet ummasını önermek, vesayetin ve vesayetçiliğin meşru ya da sahte ‘kaçınılmazlığı’nı meşrulaştırmak olur.

          Nedir o “milli üst akıl yapılanması”?

          Kimlerden oluşur?

          Neye, kime göre “milli” ve “akıllı” olduğuna karar verilecektir?

          O milli üst akıl yapılanmasını kurup içinde yer alacak insanlar meşruiyetlerini nereden alıp neye dayandıracaklardır?

          Bu önerme, Kemalizmin ve her türlü otoriter, faşist, komünist ideolojinin tipik ve ortak özelliği olan şu varsayıma dayanır: Halk yığınları, hem kendisinin hem de vatanının çıkarlarının nerede yattığını görüp bilme beceri ve kapasitesinden yoksundur. Bunları, kendi yararlarına da olacak şekilde koruyup kollayacak bir üst akıl yapılanması ile, koyun yerine koyup gütmek gerekir. Ama, çobanını da yerli, milli, vatansever olması şart kardeşim.

          Atatürkçülük aradığı çobanı M. Kemal ve eikibinde, Alman faşizmi çobanını Hitler ve ekibinde, Rus Bolşevizmi Lenin liderliğindeki Bolşevik Parti’de bulmuştur. Hepsi halkın iyiliği iddiasına sahip olmuştur. Hepsi eğitimi kökten değiştirip devrimcileştirmiştir.

          Şöyle sesleniyorsunuz bana:

          “İrticai hareketleri bile sosyolojik bir olgu olarak görüp hoşgörü ile yaklaşırken sözde de olsa derin devleti de anlamaya çalışmalısınız.”

          Ben derin devleti anlamaya çalıştım. Ve anladım. Türkiye’nin üstüne çöreklenmiş şeytani bir suç örgütü olduğuna karar verdim.

          “İrtica” nedir? “İrticai hareket” nedir, Fatih Bey?

          ‘İrticai’ ve ‘bölücü’ insanlardan, hareketlerden, partilerden niye korkuyoruz? Niye özgür olmasın meselelerimizi bir şeriat devleti ve şeriat yasalarıyla çözebileceğimizi düşnen insanlar ve hareketler?

          Bırakın kelaynak kuşları gibi ortalıkta dolaşsınlar, insanları zihnisel tasavvurlarına ikna etsinler.

          “Hiç küçümseme bu tür hareketleri, hafife almaya gelmez” derseniz, ben de o zaman sormak zorunda kalırım: Şu halde, “milli üst akıl yapılanması” olarak M. Kemal ve ekibinin projesinin fena halde çuvallamış olduğunu söylemek zorunda kalmaz mıyız? Bir asır sonra, 21. yüzyıla girmişken, hala daha irtica ve irticai hareketler korkusu. . .

          Aynı yaş gurubunda olduğumuzu düşünüyorum.

          Sosyalistlerin ve aslında her özgür düşünceli insanın tepesinde Demokles’in kılıcı gibi sallanan Türk Ceza Kanunu’nun o ünlü 141-142. maddeleri kaldırılınca ülkeye komünizm mi geldi?

          ‘İrtica’ya karşı mücadele diye yutturulmuş 163. madde olmadı, hayli yakın zamana kadar ‘irtica’nin daniska sembolü diye yutturulan üniversitelerde ve kamu kurumlarında başörtüsü özgürleşti. Toplumun sizin benim sesini duyma şansından milyon kat fazlası şansa sahip olan Cübbeli Ahmet her Allah’ın günü televizyonlarda. İrtica’nın kalesi diye onyıllarca partileri kapatılmış Milli Görüş geleneğinin temsilcisi parti 18 yıl iktidarda, Saadet Partisi küçük bir parti olarak muhalefette. İrtica mı geldi ülkeye?

          “Milli üst akıl yapılanması”, doğası gereği ve kaçınılmaz olarak, komplolarla, yeni tarih yazımından ibaret olacak ‘eğitim reformları’ ile kendi yapılanmasını zengin ve güçlü kılar.

          İzmir suikasti’ni de tezgahlar, 6-7 Eylül progromunu tezgahlamak için orada burada bomba da patlatır. Sivas’ta otel de yakar, 15 Temmuz’u da tezgahlar.

          Belki de, asıl ve gerçek kurtuluşumuz, her görüldüğü yerde ezilmesi gerektiği anlatıla (ve öğretile) gelmiş komünizm, ‘irtica’, ‘bölücülük’ değil, “milli üst akıl yapılanması” önermesini bize söyleten zihin ve duygu dünyasından uzaklaşmamızdır.

      • Sn.bernar sen bu yazdığına inanıyor musun?
        “Milli güvenliğimizi sağlayan o bilge devletin aklına, halkın ve ülkenin yararına olmayacak işler yapıp popülist politikalar izleyen siyasetçilere ve siyaset kurumuna ayar vermek gelmiyor.”
        Madem öyle yılların siyaset mühendisliği ve balans ayarlarını kimler yaptı ya da kimlere yönelik yapıldı?

  7. Batı Avrupa’da 1500’li yıllarda başlayan aydınlanma dönemi bilimde, sanatta büyük gelişmelere ve 1700’lü yılların sonunda sanayi devrimine yol açtı. Gelişmiş ülkeler 1900’lü yıllarda Cumhuriyet rejimlerine geçmeye başladıklarında 2. Sanayi devriminin sonlarına gelinmişti ve akılcılığa dayalı sistem zaten oturmuştu. Yani Batı gelişmesini Krallık ve Monarşi dönemlerinde başarmıştı. Türkiye Cumhuriyeti ise maalesef Osmanlı İmparatorluğu’ndan böyle bir miras devralmamıştır.

    Bilim-teknoloji-sanayi devrimlerini çok partili cumhuriyet rejimine geçmeden önce başaramayan ülkelerin işi zor. Zira az gelişmiş bir toplumda, burjuvazisi montaj sanayisine dayalı ve işbirlikçi olmak zorunda. Siyasetçiler seçimleri kazanmak için popülist politikalar izlemek zorunda. Devlet de milli güvenliği sağlamak için vesayetçi olmak zorunda. Böylesine bir sosyal-siyasi iklimde gerçek kalkınma nasıl sağlanacak?

    Bu analize göre, gelişmekte olan ülkelerin önünde taklit edebilecekleri tarihi bir örnek Batı’da yoktur. Uzakdoğuda Japonya kısmen örnek alınabilir zira gelişmesi 1850’lere dayanır (Meiji restorasyonu). Güney Kore kalkınması ise oldukça yenidir fakat sosyo-kültürel ve siyasi bakımdan her ülkede uygulanamaz. Bununla birlikte her iki ülke de başlangıçta karma ekonomi modeliyle gelişmiştir.

    Türkiye 1923-1980 arasında karma ekonomi modeli uygulamıştır. Başlangıçta başarılı olan bu model giderek devlete yük olmaya başlamıştır. Zira iktidarlar işsizliğe karşı çare veya seçim yatırımı olarak bu kurumları aşırı personel ile doldurmuşlardır. Fakat Türkiye’nin önünde ultra modern bir karma ekonomi modeli uygulamaktan ve buna uygun siyasi bir yapılanmaya gitmekten başka çaresi yoktur. Zira Türkiye kendi milli bilim-teknolojisini geliştirip gerçek bir milli burjuvazi oluşuncaya kadar Batı tipi teknoloji-sermaye kapitalizmi uygulayamaz. Diğer yandan sol kesimin de kendini geliştirmesi gerekiyor, sol politika demek çöpçüye iki asgari ücret vermek demek değildir.

    Çıkış noktası ; milli (ulusal) üst akıl yapılanması ve eğitim sisteminde devrim olabilir.

  8. Bu gün oldukça geç kaldık , dolayısıyla bizim yorum ancak yarın yayınlanır , öyle olunca da bir anlamı kalmıyor ama yine de içimiz dökelim ! Bizim siyasi tarihimizde ; iktidarla muhalefetin , ülke ve millet sorunları için bir araya gelip elele verdikleri ,işbirliği yaptıkları yani medeni bir şekilde ve insanca konuşup anlaştıkları asla vaki değildir ! Atatürk döneminde muhalefete dünya dar edilmiştir ; kimi yurt dışına kaçmış ,kimi idam edilmiş, kimi de ömrünün sonuna kadar bir köşede sinmek zorunda kalmıştır .Tek parti CHP döneminde ise oligarşik/otokrat yönetim , 2.dünya savaşının da katkısıyla ve bütün şiddetiyle 1950 ye kadar devam etmiştir.Ne acıdır ki bu yönetime karşı olanca gücüyle mücadele edip de DP yi kuranlar ,kendileri CHP den beter çıkmış , 10 sene boyunca iktidar ve muhalefet kavgası adeta kan davası şeklinde sürüp gitmiştir . 1970 kadar ülke yönetimi biraz askeri darbenin gölgesinde kaldı ; bundan sonra 1980 e kadar yine iktidar ile muhalefet adeta kanlı bıçaklı düşman oldular , zaten ülkede de kan gövdeyi götürüyordu ! !990 a kadar yine askeri yönetimle demokrasi karışık bir şekilde devam etti .1990 dan 2000 e kadar da koalisyonlardan başımızı kurtaramadık , ülke adeta yangın yerine döndü .Ve nihayet 2000den bu güne kadar olan biteni de zaten iyi kötü herkes biliyor . Maalesef görüldüğü gibi bizim siyasi tarihimiz bu konuda rezilliklerle , kepazeliklerle doludur , hiç iyi bir örnek yoktur ! Bizde o kültür , o anlayış , o siyasi ahlak yok ve hiç olmadı . Onun için ne söylense boştur ! Selam ve saygılar

    • olur mu hocam, tam da bu konuda söylenecek o kadar çok şey varki? konuşula konuşula bir yerde buluşulur mutlaka. yoksa bu kavgalar ülkeyi yok edecek.

      • Baran kardeşim ,teşekkür ederim . Bu köşedeki yorumların yayımlanmasında çok gecikmeler oluyor o nedenle biz de haliyle geç kalıyoruz . Evet aslında dediğiniz doğrudur, insanoğlu konuşarak anlaşır . Ancak yukarıda da değindiğim gibi biz bunları yeni yaşamıyor ve yeni konuşmuyoruz ki ! Buna rağmen maalesef bir arpa boyu ilerleme de olmuyor . Artık bunların somut olarak icraata dökülmesi gerekmez mi ! Cumhuriyetin başından bu yana bir asır geçti ! Bizde siyasi ahlak yok, bu olmayınca da ne yaparsanız fayda etmez .İktidardakiler hiç bir zaman muhalefetin dediklerine , yüzünü çevirip bakmaz ( bazen kopya çekmiyor da değiller ! ) Muhalefet de iktidarın yaptığı hiç bir şeyi asla ve kat’a takdir etmez ! Bizim siyasi hayatımızda -bildiğim kadarıyla – bir tek Erdal İnönü kendi isteğiyle kenara çekilmiştir .İsmet İnönüyü , Karaoğlan alaşağı etmiştir . Ama aynı Karaoğlan o hasta ve zor konuşabilen haliyle görevi bırakmasını bilememiş ve seçimde millet maalesef onu sandığa gömmüştür ! Yani demek istediğim şu ki bizim siyasette kötülükten yana ne ararsan vardır , iyilikten yana da zerresi yoktur .Konu uzun yer kısa ,müsaadenizle konuyu burda kapatalım.Selam ve saygılar sunarım

    • Sayın namlı sayın ertavın yorumlarını beğendikleriniz hariç bazen iddialarınızı desteksiz atıyorsunuz!
      Türkiye siyasi tarihinde iktidarla muhalefetin işbirliği yaptıkları vaki değildir diyorsunuz ama gerçeklerin öyle olmadığını siz de bilirsiniz:
      En basitinden milletvekili maaşlarına zam yapılırken genelkurmaya mı soruyorlar ne kadar arttıralım diye? İktidarı muhalefeti aynı anda el kaldırıp onaylamıyor mu maaş zammını…
      Peki ya istanbulun her yerinden fışkıran gökdelenlerin imar izinleri, inşaat ruhsatları belediye encümeninde tüm partilerimizin oybirliğiyle çıkmıyor mu?
      “Bizde o kültür , o anlayış , o siyasi ahlak yok ve hiç olmadı .”diyorsunuz;
      Siz ayakta mı uyuyorsunuz yoksa bizimle dalga mı geçiyorsunuz?

      • H.Gayret kardeşim, doğru diyorsunuz ,gerçekten onlar benim aklıma hiç
        gelmemişti ! Bu arada ironik (gülmece ) veya kinayeli (değinmece) sözleriniz güzel olmuş .Teşekkür eder , selam ve saygılar sunarım.

  9. Sayın Koru’nun bugünkü yazısının başlığında “muhalif” sözcüğü iki kez geçiyor. Peki ama “muhalifler” kimler? Ya da, muhalifler, iktidara muhalefet ederlerken, ne tür bir muhaliflik sergiliyorlar?

    Bir siyasal iktidara muhalif olmak, halka dönerek o siyasal iktidarın başarısızlıklarını göstermek, insanları o iktidarın başarısızlıklarına ikna etmeye çalılşmak mıdır?

    Muhalif partiler ve o partilerin yöneticileri, “Yarın bir şeçim olsa oyunuzu hangi partiye verirsiniz?” sorusuna “AK Parti” ya da “Cumhur İttifakı” şekilnde cevap veren insanların, asgari ücretin ve diğer ücretlerin alım gücünden hoşnut oldukları için mi o karşılığı verdiğini düşünüyorlar? Bu Cumhur İttifakı seçmenlerinin hepsi A Haber tarafından aptallaştırılmış insanlar mı?

    Değil. Çok sevdikleri Erdoğan’ın ağzından da çıksa, ekonominin pekala rayında gittiğine de inanmıyorlar, Erdoğan’ın Sağlık Bakanı’nın verilerinin güvenilirliğine de inanmıyorlar.

    Erdoğan ve AK Parti’nin toplumsal desteğinin arkasında belli başlı üç neden var:

    (1) AK Parti’nin ilk dönemlerinde hayat standartlarının ve hayat kalitesinin yükselmesini, büyük kentlerin bayındırlık anlamında elinin ayağının düzelmesini, sağlık hizmetlerindeki açık iyileşmeyi, Erdoğan’ın başarısı olduğunu düşünüyorlar. Bugün, ekonominin rayında gitmediğinin fazlasıyla farkındalar. Ama, durumu tersine çevirecek lider ve partinin yine Erdoğan ve AK Parti olacağını düşünüyorlar. Çünkü, iyi günleri AK Parti iktidarlarında yaşadılar.

    (2) Devlet kutsayıcılığı ve milliyetçilik, tüm siyasal partilerin ortak kümesi. Hem dış siyaseti kullanarak, hem de HDP ve Kürtler üzerinden milliyetçilik silahını kullanarak, Erdoğan muhalefet partilerini silikleştiriyor. Muhalefet partilerinin kendi seçmenleri de fena halde devlet kutsayıcılığı ve milliyetçilik tornasından geçmiş oldukları için, nihai olarak, Erdoğan’ın dış politikasının arkasında hizalanıyorlar. Aksi taktirde, hem AK Parti seçmeni muhafazakarların hem de kendi seçmenlerinin tepkisinin kendilerine oy kaybı olarak döneceği korkusuna teslim olmuş haldeler. Aynı şey, Kürtler için de geçerli. Erdoğan, bütün meselelerde, her şeyi, “Devlet, ülke güvenliği ve Türkiye mi, yoksa Kürtler, Avrupa ve ABD mi? Safınızı görelim bakalım” demeğe getirerek kendisini ve iktidarını devletle eşitliyor. Muhalefet partileri, saflarını seçiyorlar ve Erdoğan’ın arkasına diziliyorlar. Peki bundan ne yarar elde ediyorlar? İktidar seçmeninden üç oy dahi devşiremedikleri apaçık. Elde ettikleri yarar, kendi seçmenlerini kaçırmamak.

    (3) Orta sınıf, iyi eğitimli muhafazakarlar AK Parti’den uzaklaştılar. Bu partiye desteğini sürdürenler, toplumun en yoksul kesimleri. Çalış(a)mıyorlar. Eğitimsizler, emek süreçlerine dahil olamıyorlar. Kötü, çok kötü yaşıyorlar; AMA, en azından rutin ve süreklilik içinde aldıkları bir devlet ödeneği var. Siz, Deva Partisi dahil, muhalif partilerden birinin liderinin veya yöneticilerinin bu insanlara dönüp, “Kaygılanmayın. O sosyal ödenekler devam edecek. Hatta iyileşitirilerek sürdürülecek” dediklerini işittiniz mi?

    Devlet yöneticisini kutsama ve devlet yöneticileri önünde ceket düğmesi ilikleme: Sağ partiler mi soktu bu zihinsel durumu?

    “Allah develte zeval vermesin.” Demokrat Parti ile başlayıp daha sonraki sağ partiler zamanlarında mı güçlendi bu zihniyet?

    “Kürtler, bölünme tehlikesini ima ediyorlar.”

    Sağ iktidarlar mı insanlarımızın zihnine ve ruhuna enjekte etti bunu?

    CHP ve bu partinin referansta bulunduğu toplumsal çevreler, hiçbir zaman, Türkiye’de yaşayanların zihin dünyasında bir dönüşüm arzu etmediler. Erdoğan ve Reisçilik, dindar-muhafazakarlığı hamasi milliyetçilik belasından koruyamayan dindarlar kadar, o seküler çevrelerin yaratmış oldukları bir garabet.

    Şimdi, kendi elleriyle beslemiş oldukları şeyin siyasi ürününden yakınıyorlar.

    Neden oyları artmıyor?

    Kimse karnından konuşmasın bence. Muhalif partiler, oturmuşlar, dibe vurmuş ekonominin bir tusanami olup halkın üzerine açlık ve yoksulluk olarak yağmasını bekliyorlar.

    Erdoğan’dan ancak bu şekilde kurtulabileceklerini onlar da biliyorlar.

    A Haber, iktidarın devlet olanakları ile muhalif partileri sindirmesi, vs. birer bahane.

    50 yıl boyunca, bu halkın önüne “kurtarıcı lider”, kutsi devlet, bağımsızlıkçı devlet yöneticisi, bir bölen olarak Kürtler dışında hiçbir şey koymadınız.

    Erdoğan da sizleri devletçilik, milliyetçilik, bir bölen olarak Kürtler, bağımsızlıkçılık sopalarıyla dövüğ duruyor 18 yıldır.

    E doğrusu hak ediyorsunuz da.

    Bu ülkeye Atatürkçülük lazımsa onu da biz getiririz dedi.

    Ve getirdi de.

    • Erdoğan milliyetçiliği ayaklarının altına aldığını söylediğinde de çözüm sürecinde de yüksek oylar almıştı. Bunu nasıl açıklayacaksınız?

      • Bunun birden çok açıklaması var, sayın Mim.

        (1) AK Parti’nin oylarının çözüm sürecinde de yükeselmesi şaşırtıcı değil. Kürtler, elbette, hem ağırlıklı olarak yaşadıkları bölgede, hem batıdaki metropollerde, yüz yıl boyunca kendileri hakkından hep söylenegelmiş olandan ilk defa farklı bir şeyler söyleyen lideri ve partisine muazzam bir sempati ve teveccüh gösterecekler, bu partinin oyunu yükselteceklerdi. Öyle de yaptılar.

        (2) Aydınlar, Türkiye’de hemen hiç görülmeyen bir biçimde, muhafazakarı, milliyetçi aydını, sol-seküler aydını ile, bir bütün olarak, topluma öncülük ettiler. Toplumun çözüm süreci fikrine sıcak bakmasında dikkate değer rol üstlendiler.

        (3) Toplum, bir bütün olarak, 2002 öncesindeki onyıllara karşılık düşen uzun zaman dilimi boyunca, siyasi partilerden yoksulluk, yolsuzluk, işbilmezlik, hort zort dışında hemen hiçbir şey görmemişti. DEĞİŞİM, muazzam bir talepti. Bu nedenle mevbcut bütün partileri sandığa gömdü, yeni kurulmuş bir partiyi tek başına iktidara taşıdı. Değişim, AK Parti’nin gayrı resmi adı gibiydi. Bu parti ve lideri, kendilerinin hayat standartlarını da yükseltince, bu parti ve onun liderine yönelik GÜVEN duygusu daha da güçlendi.

        (4) Türkler, kendilerinden farklı etnik, dini, kültürel topluluklarla bir arada yaşama deneyimine fazlasıyla sahip olmuş insanlardır. Osmanlı’nın kaç yüzyıl boyunca var olduğunu akılda tutmak gerekir. Devlet, 6-7 Eylül Progromu, PKK gibi MİT eliyle tezgahlanmış oyunlara girişmedikçe, aklıselim olanı seçer.

        (5) Türk vatandaşların sezgi beceresini yabana atmamak gerekir. Vatanseverlik ile, kendine bile ne hayrı olduğu bilinmez lumpen milliyetçilik arasındaki farkın farkındadır sezgi yoluyla. MHP’yi yüzde 10’larda tutuyor olmasının nedeni de budur zaten. İyi Parti’nin bir tabela partisi olarak doğmayıp önemli bir siyasi aktör olarak siyaset arenasında yerini almasını sağlayan şey de budur.

        (6) Kürtler, PKK’lı oldukları için değil, Kürt oldukları için, büyük çoğunluk olarak, oylarını HDP’ye veriyorlar. Hep yoksul tutulmuşluğa, hep hort zort ve aşağılamaya muhattap kılınmış oldukları için öyle yapıyorlar.

        Kürtlerin siyasi partisinin çok sevilen liderini cezaevine atmakla, seçilmiş belediye başkanlarının HEPSİNİN yerine kayyum atamakla, önemli bir kısmını zindana göndermekle, Kürtleri helikopterden atmakla, PKK’nın ekmeğine yağ sürersiniz.

        Devlet, iki yüzlüdür.

        İktidar, “Keşke CHP değişse, halka dönse, laiklik, Kemalizm diyeyerek halkın ensesinde boza pişirmeyi bıraksa” der Erdoğan’ın dili olup. Doğru değildir bu. Pek mütevazi kıpırdanmalarının bile ne büyük tedirginlik ve korkuyla karşılandığına tanık oluyoruz.

        “HDP önce üzerindeki PKK vesayetini bir kırsın. . .” da ikiyüzlülüktür.

        Hem bu partinin ve Kürtlerin PKK vesayeti altında kalması için her numarayı çekeceksiniz, hem de, “Önce rüştünü bir ispatla bakalım” diyeceksiniz.

        Olmaz.

        Hem Türklerin ve Kürtlerin yararına değildir bu.

        Hem ahlaki olarak doğru değildir.

        • Derin devlet PKK’yı yarattı ve kullanıyor tezinizi kabul edelim. İyi de ne diye Kürt milliyetçileri böyle bir örgüte itibar ediyor?

          Kürt tarihinde bir özellik var. Normal şartlarda devlet kurmayı düşünmüyorlar. Fakat emperyal güçler kışkırtırsa harekete geçiyorlar. (Daha doğrusu oyuna geliyorlar)

          • Kürt milliyetçilerinin PKK gibi bir örgüte itibar etme yanlışına düşmesi için, ortada düzinelerce açıklayıcı neden var, sayın Mim.

            Eğer, Kürtlere dönüp, “Aklınız varsa, akıllı olun, canımızı sıkmayın” demek bir hak ise, Kürtlere de, Türklere dönüp, “Akıllı olun. Derin devletin bir balondan ibaret olan Kürtlerin Türkiye’yi bölmek istedikleri iddiası, sizlerin kırk yıldır böylesi bir korkuyla yaşar kılınmış olmanız, vesayetçi düzeni gerekli ve meşru kılmak içindir.” deme hakları doğar.

            Anlamlı ve sonuç alıcı bir fikir alış verişinde bulunacak isek, ilkin, gözlerimizi gerçeğin gözüne dikip bakma cesaretini ve entelektüel ahlak ve sağduyusunu göstereceğiz:

            (1) Kürtlerin, bizimkinden farklı bir dili de konuşan, etnik kültürel bir varlık olarak bu topraklardaki varlığının kabulü, Demirel’in “Kürt realitesini tanıyorum” demiş olmasının da işaret ettiği üzere, yenidir.

            (2) PKK öncesi, yasal, demokratik, barışçıl Kürt örgütleri vardı bölgede -DDKD, Rizgari, Ala Rizgari gibi. Bunlar, gazeteler, dergiler, kültürel dernekler etrafında faaliyet yürütüyorlardı. PKK’nin ilk şiddet eylemleri devlete karşı değil, bu yapılara karşı olmuştur. Bu gazete ve dergilerin yazarları, öne çıkmış isimleri birer birer öldürüldüler. Pek çoğu yurt dışına kaçtı. PKK tarafından tasfiye edildiler. Devletin bilerek seyirci kaldığı o şiddet ve tasfiye döneminin ardından, PKK, Kürtlerin itirazının biricik temsilcisi haline getirildi.

            (3) Siz de, benim gibi, bugün gazetelerde okudunuz: Kürtçe mevlit okuduğu için 7 yıl 8 ay hapis cezası almış, böbrek yetmezliği gibi bir dizi ağır hastalığı olan, İnsan Hakları Derneği’nin hasta tutuklular listesinde de yer alan 76 yaşındaki Kürt amcamız Ali Boçnak dün cezaevinde öldü.

            (4) Siz de, benim gibi, bugün gazetelerde okudunuz ya da okuyacaksınız: Liderleri S. Demirtaş dahil olmak üzere, seçilmiş belediye başkanları dahil olmak üzere, hemen hemen tüm HDP’lileri cezaevine atmak da yetmedi devlete. Şimdi yeni bir operasyon daha başladı.

            Bütün bunlara, onyıllarca eğitimden, sağlık hizmetlerinden, sanayileşmeden uzak tutulup bile isteye geri bıraktırılmış Kürt şehirlerini ekleyin. Bütün bunlara, yakılan yüzlerce köyü ekleyin. Bütün bunlara, insan dışkısı yedirmek, işkencelerle öldürülmüş bedenbleri asit kuyularında eritmek dahil, modern zamanların en çirkef, en adi zulümlerini ekleyin. Bütün bunlara, HDP öncesi kapatılmış ve Leyla Zana gibi bütün milletvekilleri hapse tıkılmış partileri ekleyin.

            Ve, söyleyin lutfen: Bütün bunlar, PKK’nın ekmeğine yağ sürmüyor mu? Bütün bunlar, “Ben olsam ben de dağa çıkardım” demiş olan Bülent Arınç’ın o sözlerini doğrulamıyor mu?

            “HDP ve Kürtler Türkiye’yi bölüp bağımsız bir Kürdistan kurmak istiyorlar.”

            Nereden biliyorsunuz? Nereden biliyoruz?

            Seçim tahminleri de dahil çeşitli kamuoyu araştırmaları yapan, Gençlik Araştırması gibi toplumsal araştırmalara girişen Türk araştırma şirketlerinin verilerini ciddiye alıyoruz, bunları takip ediyoruz. Neden aynı araştırma şirketlerinin Kürtler arasında yürüttükleri araştırmaların sonuçlarını yoksuyoruz, ya da, bu araştırmalar yapılmıyormuş, biz de bir şey bilmiyormuşuz gibi davranıyoruz?

            (5) Vesayet rejimimin bizatihi kendisi olan, siyaset dediğimiz alanın sınırlarını ve içeriğini belirleyen, sık sık “derin devlet” dediğimiz gayrı meşru yapılarla ve askeri darbelerle siyasal alana ve toplumal yaşama doğrudan müdahele eden ordu ve yargı bürokrasisinin elinden “şeriat tehkilesi” ile “bölücülük tehlikesi”ni aldığınızda, demokrasimizin, akılcı bir siyaset alanının, akla dayanan ve düzgün işleyen bir devlet aygıtının önünde güvenlik bürokrasisinin elinde kendi egemenliğini halkın gözünde meşrulaştırmak için ne bahane kalır?

            “Kürt tehditi” ve “şeriat tehlikesi” sayesinde gerçek devlet iktidarını hep elinde tutmuş vesayetçi bürokratik egemenlik yüzünden biz Türklerin de demokratik bir toplumsal hayattan yoksun tutulduğumuzu görmek bu kadar güç ise, kimse, Kürtlere, PKK’nın nasıl kirli bir misyon ve işlevi yerine getirdiğini göremediği için kızmasın.

            Ve şundan çok, ama çok emin olun, sayın Mim: Ülkeyi Erdoğan yönetmiyor. İki üç hafta önce yaptığınız gibi, HDP’nin kapatılmasını talep ederek, ne Erdoğan’dan kurtulmak mümkün, ne de onyıllardır hayatımızı belirler görünen sağcı partilerden kurtulmak mümkün.

            Türkü ve Kürdü ile oyunu bozmadıkça, hiçbir zaman demokrasisi sağlam ve istikrarlı, ulusal geliri yıldan yıla artan, işgören, sağlam ve sağlıklı bir eğitim sistemine sahip bir ülke olamayacağız.

            Toplumsal meselelerimize hangi pencereden baktığımı az çok bilyorsunuz. Zaman zaman değinip geçtiğim üzere, Marksist bir derginin editörü olarak, 1990’lı yılların sonlarında, dört makale yüzünden, şeriat propagandası, Atatürk’e hakaret, PKK terör örgütü destekçisi suçlamalarılya hapis cezası aldım.

            Tanrı inancı olmayan bir insandan şeriatçı, şiddetin her türünden ölesiye nefret eden bir adamdan PKKcı çıkakaran bir devlet yapısında, bir birey olarak sizin de hiçbir güvenceniz yok.

            Mesele salt Erdoğan ve Cumhur İttifakı meselesi değil.

          • Sayın Bernar. Yazdıklarınızın çoğuna katılıyorum. Fakat şu temel konuda ayrılıyorum. İrtica da bölücü Kürtçülük de uydurma değil gerçek tehlikelerdir. Sorun olan devletin bu tehlikelere karşı uyguladığı yöntemlerdir. Fakat bazı siyasilerin de sünni ve alevi mürtecilerin ve bölücü kürtlerin de masum olmadığı kanaatindeyim. Örneğin 1970’li yıllarda da Kürt hareketi bölücüydü sadece henüz şartlar uygun değil diye alttan alıyorlardı.

  10. Son iki yıl içinde, laik muhalifleri heyecanlandıran gençlik araştırmalarının bulguları kamuoyu ile paylaşılıyor. Bu araştırmaların bulguları arasında en sık öne çıkarılanlar, gençler arasında dini inancın zayfıladığına, gençlerin seküler bir hayat algısı ve yaşam biçimine yöneldiklerine işaret eden bulgular. Ruşen Çakır gibi ‘sosyalist’ solcu şaşkınlar, gençler arasında deizmin ve ateizmin yayıldığını, AK Parti’nin gençler arasındaki desteğinin yüzde 25’i zor bulduğunu vs. bıktırıcı bir ‘müjde’ olarak tekrarlayıp duruyorlar.

    Bu şaşkınların göremedikleri, ve bir olumluluk olarak heyecanla karşıladıkları bu tür bulgular üzerinden söylemek istediğim bir kaç şey var. İlkin, anlamlı bulduğum ve işimi kolaylaştırdığını düşündüğüm kısa bir alıntı. ODTÜ Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Sencer Ayata, yürüttüğü gençlik araştırmasının sonuçlarından hareketle, şu tespitte bulunuyor:

    “Türkiye’deki gençler arasında modernlik ve laiklik, dindarlık ve muhafazakârlığın önüne geçti (. . .) Muhafazakâr alan içinde de İslamcılık gerilerken milliyetçilik öne çıkıyor.”

    Ruşen Çakır gibi tiplerin -AK Parti’nin desteğinin zamanla zayıflayacağını da ima ettiği için- heyecanla karşıladıkları bu yukarıdaki tespit, benim açımdan, hiç de olumlu bir eğilime işaret etmiyor.

    Bir toplumun başına gelebilecek en büyük felaket, içi boş bir sekülerleşme, cahilleştirici bir modernizm, körleştirici bir milliyetçiliktir -Alman faşizmi, günümüzde Avrupa’da istikrarlı bir yükseliş içindeki Avrupa ırkçılığı, yeni-faşizm ve popülizm, bunun en çarpıcı örnekleri.

    Türkiye’nin geri kalmışlığını ve toplumsal sorunlarını “din” temelinde açıklamak, bizde, bir tür din halini almış laik zihnin hiç değişmeden kalmış budalalıklarından biri. Bu kör (ve hayli cahil) zihin, burnunun ucundaki gerçeği göremiyor:

    Bugün Erdoğan ve iktidarına verilen toplumsal destek dini inanç dolayısıyla değil, dindarlığın içinin milliyetçilikle boşaltılmış olması dolayısıyladır.

    Erdoğan’ın hamasi retoriği dinsel değil, çok açık biçimde, kaba bir milliyetçiliktir.

    Hem Erdoğan’ın hamasi retoriğinin içeriği, hem AK Parti’den uzaklaşan seçmenin MHP’ye yönelmesi, hem S. Soylu’nun AK Parti seçmenleri arasında açık ara en sevilen siyasetçi olması, AK Parti’den kopan seçmenlerin Gelecek ve Deva partilerine itibar etmeyip kararsızlar ve sandığı boykot edenler havuzunu büyütüp duruyor olmaları, buna açık biçimde işaret ediyor.

    Dinin ve dindarlığın ahlaki ilke ve duyarlılıkları vardır. Batı ülkelerinde mültecilere sahip çıkıp göçmen dostu bir tavır takınan insanların ezici çoğunluğu dindarlardır. Avrupalı seküler milliyetçiler ise, en azılı göçmen karşıtlarıdır.

    Aynı şey, Türkiye için de geçerlidir.

    Gençler arasında dinin ve dindarlığın gerilemesini memnuniyetle karşılayanların dünyadan ve Türkiye’den haberi yok. Dini ve dindarlığı Cübbeli Ahmet ya da İŞİD’e indirgemiş, gençlerin dinden uzaklaşıp sekülerliğe, modernliğe, milliyetçiliğe yönelmiş olmalarını sevinçle karşılıyorlar.

    Türkiye’de din değil, dinin ve dindarlığın dört bir koldan sarılıp dünyevileştirilerek kurucu ilkelerinden (ahlak) uzaklaştırılıp milliyetçileştirilmesi sorunu var.

    Laikliği ilericilik sananlara, kitaptan, bilgiden, emekten uzak hamasi milliyetçi lumpenliğin tüm toplum kesimlerini zehirleyen ayak bağı olduğunu göremeyenlere bunu anlatmak olanaksız. Çünkü, kendileri de aynı seküler-milliyetçi zihnin tutsakları durumundalar.

    Modern giysiler içinde, kendi dilinde iki lafı bir araya getiremeyen, heyecana gelip sokak ropörtajı yapan amatör gazeteciye kolundaki Atatürk imzasını gösteren üniversite öğrencisi genç, Türkiye’nin aydınlık yarınlarını değil, beni çok kaygılandıran bir lumpenliği ima ediyor.

    Dindar, İslamcı gençlerin akıcı Türkçesini, kitapla barışıklık hallerini, dünya meseleleri üzerine kafa yorma hallerini, koluna Atatürk, Bahçeli, Demirtaş dövmesi yaptırmış, kitap okumanın yanından geçmemiş, eli ayağı düzgün tek bir cümle kuramayan, ama hem giyisileri hem saç modeli modern mi modern üniversite gençlerine bin kere yeğlerim.

    Şu yorum sayfalarında iktidara destek verenlere dönüp bir bakın.

    Bu arkadaşlar dindar mı?

    Erdoğan’ı dindarlık üzerinden mi savunuyorlar?

  11. Başkan Paul Von Hindenburg tarafından 30 Ocak 1933 günü şansölye olarak atanmasının ardından Adolf Hitler, Nazi devletinin temelini atmaya başladı. Irkçı ve otoriter ilkeler tarafından yönlendirilen Naziler, kişisel hürriyetleri ortadan kaldırdı, teoride sınıf ve inanç farklılıklarını aşan bir toplum olan Halk Topluluğu’nun (Volksgemeinschaft) oluşturulacağını ilan etti.
    28 Şubat 1933 günü çıkarılan Reichstag Yangın Kararnamesi, demokratik Weimar Anayasası tarafından garantiye alınmış olan temel insan haklarının askıya alınmasına izin verdi. Üçüncü Reich, Almanların temel haklardan yoksun kaldığı bir polis devleti hâline geldi ve Nazi devletinin seçkin muhafızları olan SS birlikleri, polis üzerindeki kontrolleri sayesinde artan yetkilerini kullanmaya başladı.
    Hitler, şansölyeliğinin ilk iki yılında siyasi partilerin, devlet kurumlarının, kültür ve meslek örgütlerinin Nazi amaçlarına uygun hâle getirildiği güçlü bir “koordinasyon” politikası (Gleichschaltung) izledi. Kültür, ekonomi, eğitim ve hukuk tamamıyla Nazi kontrolüne geçti
    Hukuka Aykırılığı Meşrulaştıran Yasa’nın kabul edilmesiyle birlikte (23 Mart 1933) Alman parlamentosu (Reichstag), yasama yetkisini Hitler’in kabinesine devretti ve bu yüzden varlık nedenini yitirdi. Temmuz ayı ortalarında Almanya’daki tek siyasi parti olarak Nazi Partisi kalmış
    Führer’in iradesi, tüm kanunların dayanağı oldu. Hatta Hitler, diktatörlüğünün kurulması ile Führer ilkesi (Führerprinzip) Alman yaşantısının her alanında rehberlik etmeye başladı. Bu ilkeye göre hükümet, parti, ekonomi, aile vb. oluşumlarda yetki aşağı doğru yayılıyordu ve buna sorgusuz sualsiz itaat edilecekti.
    Reich Şansölyesiyken Hitler’in gücü Alman devletinin kanunları tarafından sınırlandırılmıştı ancak Führer olarak gücünün sınırı yoktu ve onun iradesi Alman ulusunun kaderiyle özdeşleşmişti.Kaynak:Holokost Ansiklopedisi/Nazi Devleti’nin Temelleri.

    II. Abdülhamid Meclis’i kapatarak yönetimi kendi eline aldıktan sonra Osmanlı tarihinde ilk defa geniş kapsamlı bir polis ve istihbarat örgütü kurdu. 1880 yılında Yıldız İstihbarat Teşkilatı’nı kurdu.Çok sayıda hafiyeden meydana gelen bu teşkilatın gayesi Abdülhamid’in siyasî rakipleri hakkında bilgi toplamak ve Abdülhamid’e karşı hazırlanan darbe veya isyan teşebbüslerini önlemekti. Hafiyeler sadece kendi başlarına bilgi toplamakla kalmıyor, halk arasında çok sayıda kişiye maaş bağlayarak geniş bir istihbarat ağı oluşturuyorlardı. Jurnalci adı verilen bu kişiler, Abdülhamid yönetimine karşı olabilecek faaliyetleri bildiriyor, böylece her türlü hareketin önü önceden kesilmiş oluyordu.Kaynak:Vikipedi.

    Hitler ve 2. Abduhamid in jurnalcilikte ve muhalifler karşısında takındıkları tavır ve hedefleri,saltanatlarını korumak üzerinedir.Erdoğan ınki de öyle.Muhalif demek, onlar için yok edilecek düşman demektir.Muhalifler olmasa memleket ne güzel idare edilir görüşündedirler.Temel de maksat toplumun biat ettirilerek,köleleştirilmesi ve siyasetlerine hizmet ettirilmesidir.Bu gaye için ne gerekiyorsa yapılır.Muhalif güç düşmandır,yok edilmelidir.AKP ye göre;Türkiye de demokrasi,özgürlük ve insan hakları ,sadece AKP ikitidarının öz maldır.Bunun adı da ,yeni Türkiye modelidir.

  12. Bir basın haberi:”11 Eylül’de Van’ın Çatak ilçesinde operasyon düzenleyen askerler tarafından gözaltına alınan ve daha sonra helikopterden atıldıkları iddia edilen Osman Şiban (50) ve Servet Turgut (57) adlı iki köylüden Osman Şiban iki gün önce hastaneden taburcu edilmişti. Şiban’ın Salı sabahı askerler tarafından, kaldığı evden Askeri Hastane’ye götürüldüğü öğrenildi.”
    HDP Van Milletvekili Murat Sarısaç’ın gündeme getirdiği olay hakkında, meclise dört soru önergesi verildi.
    Sarısaç gibi HDP Van Milletvekili olan Tayyip Temel de hastane epikriz raporunda Osman Şiban’ın “helikopterden düşme sonrası acil servise getirildiği” bilgisine yer verildiğini söyleyerek, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya bu iddiaların doğruluğunu ve sorumlular hakkında ne zaman açıklama yapacaklarını sordu.”Kaynak: BBC News, Türkçe
    Yorum:Türkiye de demokrasi varsa ,bu olay niçin oldu?Hekikopterden atılmadılar,düştüler şeklinde bir açıklamaya da hazır olun.Helikopterden sadece onlar mı düştü?Personel ve yanındaki güvenlik elemanları niçin düşmedi?Muhalifleri susturmanın yolu bu mudur?İktidar yalakaları klavye başına.İftira atılıyor,güvenlik kuvvetleri böyle şeyler yapmaz yargarası yapmanın tam sırası.

    • Size ne söylense “yaygara” sayacak olduğunuzu zaten söylemişsiniz aslında. Mantık hatalarına bakalım sadece adamı helikopterden atıldığı söylenen kişi 4-5 günde nasıl hastaneden çıkabilir. Helikopterden atan kişi helikopterden atıldığı bilgisini vermez oraya. Yüksekten düştü falan yazar. Köylü dediğiniz kişi turuncu listede aranan terörist tir. İçişleri bakanlığı bunu zaten açıkladı. E şimdi siz peşin peşin zaten benim “hükümet savunucusu olduğumu” söyleyip mevzuyu başka yere çekmezseniz şaşarım. Sonrada yeni seçimin yeni tarihi konusundaki yorumlarınızı bekleriz.

  13. Aradığınız huzur ve dost canlısı insanlarsa, Tayland ve Kamboçya’yı mutlaka listenize alın, Ender Bey. Bana bunu söyleten şey, üç yıllık doğrudan deneyim.

    • Deneyimlerinizi bizimle de paylaşmaya kalkmazsınız umarım sn.bernar; iyisi mi sayın fkt nin dediği gibi anılarınızı bir kitabın içine saklayın!

  14. Muhalefetteyken oy kaybeden bir muhalefet partisinden kime ne hayır gelir ki? Seçimlere kadar hiç evden çıkmasalar yine alacakları oy garantiyken ne yapıp edip birazını kaybetmeyi bararıyorlar. Ama içlerinden bazıları sanki bu durumu çözmüş gibi; özellikle de hiç sesini çıkarmayan kopillere dikkat!
    İktidar partisi ise hala kaybettiği belediyelerde meclis çoğunluğunu elinde bulunduruyor veya önceki seçimlere göre oyunu arttırmış olduğu halde başkanlıkları kaybetmiş?
    Böyle muhalefet dostlar başına mı desem düşman başına mı desem karar veremiyorum:)
    İyisi mi kendi başlarını yesinler inşallah; zaten bi ucundan da yemeye başlamışlar sanki…

  15. Sabah TV’ de baktım birisi grafikler tablolar gösteriyor, endekslerin düştüğü noktaları gösteriyor, secime kadar hersey iyi, seçimden sonra aşağıya.
    Para basılıyor, kur yükseliyor, kur artiyor, enerjinin fiyatı artıyor, birisi çıkmış maaşını dolarlamı alıyorsunuz diye soruyor diyor!
    Birde baktım ki Babacan. İste fark dedim. O kadar ekonomi kanallarını izliyorum, hiçbirisi bu kadar anlaşılır anlatmadı.
    Yarın biz iktidara gelirsek aynı durumla karşılaştığımızda (önce küfürler hakaretler edeip sonra kanka olanlar durumu olmasın diye) şunu şöyle yanlış yaptıkları için böyle oluyor diyor.
    “Geçmişi unutmadan, ders çıkararak, geleceği planlamak. Zamanı dolu dolu yaşamak” der gibi sanki.
    Diğer baba muhalifler ise açmış şom ağzını, sekizyüzlü milyonlar, başıda biliyordu, birtek kadın bilmiyordu kendinin hamile olduğunu vs diyecekler nerdeyse!
    Bir grafik bir görüntü yok!
    Farkı farkettim doğrusu. Şunu da gördüm ki, bir parti ekonomi, diğeri politik, diğeri düze, yasam, aksaklıklar, vb işbölümü yapmış olsalar,
    50+5 kesin. Birde toplum biraz huzur bulur, kendi isini yapar herkes, hem vekil secmissin, hem de ülkeyi sokaktaki insan yönetiyor sanırsın.
    Heleki ameliyathane kapısı nın arkası!, haberi canımı acıttı.
    Yarın TV yi acarmıyım bilmiyorum.

  16. “Akıllı iktidarlar muhaliflerinin varlığından da yararlanırlar.”
    Valla yıllardır zaten olan bu değil mi?
    Bizdeki muhalefet sadece iktidarı yaşatıyor!
    Eh, bu da oldukça önemli bir hizmet sayılır yani:)

  17. “Siyasette ve toplumsal alanda muhalefetin varlığı demokratik bir ülkenin olmazsa olmazıdır.”
    kusura bakmasin ama yazar aldaniyor , eh beraberinde de birileri aldaniyor. TTB VEYA TBB veya bir baskasi bahsettigi “muhalefet” katogorisine girmez hic bir ulke de en azindan girmemeli.barolar/tabipler birliginin partizanca calismasi veya siyasi gorus bildirmesi ve bunun da olagan bir sey gibi sunulmasi kadar acul bir durum olamaz.

  18. ”’Muhalif cephede yer alan bir partinin (İYİ Parti) kendisini feshederek iktidar cephesine geçmesi davetinde bulunulabiliyor.”
    Partisinden ayrılıp yeni parti kurmak normal de bir partiye davette bulunmak neden aykırı bir hareket olarak görülüyor.Grup kurması için emanet milletvekili vermek normal oluyor da davet etmek aykırı oluyor.İşte bizim çifte sıtandardımız

  19. Muhaliflerin susturulmasından rahatsız olmayan bir halk var. Muhaliflerinin yok olmasını istiyor herkes. Bu sebeple bu ülkede huzur da yok, güven de yok. Demokrasi dersi vermek lazım halka. Ama öyle bir milli eğitim de yok. Maalesef umut yok. Sadece üzülecek bir durum var. Ülkenin yavaş yavaş bu hale gelmesinden herkes sorumlu. Muhalefet de, iktidar da, en başta halk da. Yakın zamanda düzelme olmayacak. Uzun yıllar alacak bir değişim olması, benim görüşüme göre. Pandemide eğitimsiz kalan gençler de süreci uzatacak. O yüzden kendime emeklilikte yaşayacağım bir ülke bakacağım. Önerisi olanlar?

    • Ender bey, darbecilerin tanklarına karşı gövdesini siper etmiş asil türk milletine mi demokrasi öğretiyorsunuz?
      Bir de emekliliğinizin tadını istediğiniz ülkede çıkarabilirsiniz.

    • Dünyanın neresine giderseniz gidin ülkemizden iyisini bulamazsınız. Ümidi bırakmamak lazım.
      Herşey zenginlik herşey para değil. İntiharların enyuksek oranlı ülkeler iskandinav ülkeleri
      oysa demokrasi de bizden iyi refah da bizden iyi lakin insanlar mutlu değil.
      Bu süreç gecici bir süreç elbet atlatacağız.
      Suçlu ararsak dediğiniz gibi herkes suçlu.Bugun gazeteyi okuyorum Rektör kendisine aylık
      11 .000 tl kiralık araç tutuyor. 3 binlik neyine yetmiyor. Oysa adam Prof eğitim mi eksik hayır neden çünkü mantalitesi farklı. Yarın iktidar değişse sizce düzelir mi hayır .Toplu bir uyanış gerekiyor.Bunu da biz vatanını seven ve buradan başka kendisine yurt edinmeyecek insanlar yapacak.

      • (1) Finlandiya, bir İskandinav ülkesidir, Ahmet Bey. Birleşmiş Milletler’in her yıl yayımladığı, bu yıl 156 ülkeyi kapsayan “Dünya Mutluluk Araştırması Raporu”na göre, Finlandiya, ard arda üçüncü kez, “dünyanın en mutlu ülkesi” sıfatıyla listenin birinci sırasında yer alıyor.

        (2) 2012, 2013 ve 2016 yıllarında dünyanın en mutlu ülkesi olup bu yıl dünyanın ikinci en mutlu ülkesi olan Danimarka, bir İskandinav ülkesidir, Ahmet Bey.

        (3) 2017 ylılında dünyanın en mutlu ülkesi olan Norveç, İsveç ile birlikte, dünyanın en mutlu yedi ülkesi arasındadır. Norveç ve İsveç de İskandinavya ülkeleridir, Ahmet Bey.

        (4) Türkiye, 156 ülke arasında 93. sıradadır, Ahmet Bey.

        • Dünyanın en mutlu ülkeleri sıralamasında yıllardır üst sıralarda yer alan Finlandiya, intihar vakalarının da en çok görüldüğü yerlerin başında geliyor. Finlandiya’yı en mutlu ülkeler listesinde Danimarka, Norveç ve İzlanda gibi özgürlük, eğitim, sağlık hizmetleri, gelir seviyesi gibi insan yaşamını kolaylaştıran unsurların gelişmiş olduğu diğer İskandinav ülkeleri takip ediyor.
          kaynak. Euronews

      • İskandinav ülkelerinde intihar oranları en yüksek değil, dünya ortalamasının altında. Danimarka ve Norveç Türkiye’ye yakın, Finlandiya ve İsveç biraz daha fazla. (Dünya Sağlık Örgütü raporu)

      • Verdiğiniz linkteki yazıyı okudum. Herkesin mutlaka okumasını tavsiye ederim. Ben de Türkiye’nin Venezuela’dan garip bir ithalat anlaşması ile ilgili bir yorum yazdım.

Yoruma kapalı.